25.2.10

bura

Ey Nebi İlahisi Dinle,Ey Nebi İlahisi Mp3 Video Klibi izle


İki Cihan Peygamberi Peygamberimiz Hz Muhammed Mustafa Sav

bura
bura

Kadir Suresinin Arapça Okunuşu dinle,Kadir Suresinin Anlamı Ve Arapça Yazılışı




Kadir Suresi, Okunuşu ve Anlamı


القدر


بسم الله الرحمن الرحيم

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla.


إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ

1. İnnê enzelnâhü fî leyletilkadri

1. Doğrusu Biz, onu (Kurân'ı) Kadir gecesinde indirdik.



وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ

2.Ve mê edrâke mê leyletülkadri.

2. Kadr gecesinin ne olduğunu bilir misin sen?


لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ

3. Leyletülkadri hayrun min elfi şehrin.

3. Kadr (Kadir) gecesi; bin aydan daha hayırlıdır.


تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِم مِّن كُلِّ أَمْرٍ

4. Tenezzelülmelêiketü verrûhu fîhê biizni rabbihim min külli emrin

4. O gece Rab'lerinin izniyle Ruh ve melekler, her türlü iş için iner de iner...



سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَجْرِ

5. Selêmün hiye hattê matla’ıl fecri

5. Artık o gece bir esenliktir gider... Tâ [ki] tan ağarana kadar...


bura
bura

Subhaneke Duasının Anlamı Ve Sesli Okunuşu dinle,Subhaneke arapça Yazılışı




Subhaneke Duası, Okunuşu ve Anlamı

Subhaneke Duası, Okunuşu ve Anlamı


Okunuşu:

Sübhânekellâhümme ve bi hamdik ve tebârakesmük ve teâlâ ceddük (ve celle senâük) ve lâ ilâhe gayrük.


Uyarı: "ve celle senâük" kısmı, sadece cenaze namazında okunur.

Anlamı:


Allah'ım! Sen eksik sıfatlardan pak ve uzaksın. Seni daima böyle tenzih eder ve överim. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden başka ilah yoktur.

bura
bura

Büyüden Korunma Duası,Sihir ve Büyüden Korunmak İçin Okunacak Dua

بِسْمِ اللَّهِ الَّذِى لاَ يَضُرّ ُ معَ اِسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلاَرْدِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمْ

Türkçe Okunuşu: Bismillâhillezî lâ yedurru mea ismihî şey'un fî-l (ea)rdi ve lâ fis-semâi ve hüves-semîul alîm.

Bu Duanın Havassı: Enes bin Malik'e (R.A.) Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi Vesellem) buyurdular ki: "Her kim her sabah bu duayı okursa, kimsenin ona yolu yoktur. Yani ne zehir, ne sihir (büyü), ne de zalim bir sultan (ya da bir yönetici, patron) ona zarar veremez."



bura
bura

Fransızların Soykırım yaptığı Milletler,Fransanın Cezayir Katliamı


Tarih boyunca En çok katliam yapan bir millet olan fransızlar kurtuluş savaşı sırasında güneydoğu anadoludada türk milletine de büyük katliamlar yapmıştır..İşte aynı fransa bugün medeniyetin beşiği olarak gösterilmekte zarefetin en uç noktası olarak ilan edilmekte ve türk milletini soykırımcı olarak dünyaya tanıtmaktadır işte fransanın tarih boyunca yaptığı katliamlar aşağıdadır...

Cezayirli yöneticiler, “Fransa, Cezayir'de soykırım yaptı, özür dilesin.” dedikçe; Fransızlar, “Bu işi tarihçilere bırakalım.” yanıtını vermektedir. Aynı Fransa, “Ermeni iddialarını tarihçiler araştırsın.” biçimindeki öneriye karşı çıkarak, sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasaları hiç yüzü kızarmadan ulusal meclisinden geçirebilmektedir. Bu çifte standart karşısında sesini yükselten, başta Jean Paul Sartre, Didier Billion olmak üzere kimi Fransız aydınlar ise, Fransa'nın tutumunu, “Cezayir, Fransa'nın tabusudur.” sözleriyle açıklamaktadır. Oysa, yalnızca Cezayir değil, Fransız tarihinin neredeyse tümü Fransa'nın tabusudur.

Fransa, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Martinigue, Guadaloup, Fransız Guyan'ı, Komor, Senegal, Mali, Fil Dişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Rwanda, Vietnam, Laos ve Kamboçya gibi bir bölümü halen Fransız toprağı olan ülkelerde yaptığı katliamların yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa ve Adana'da işlediği suçlardan dolayı da tarihiyle yüzleşmekten kaçmaktadır. Fransa'da resmi tarih, Fransız ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamları yok sayar, ders kitaplarında bu konuya yer verilmez.

Fransız tarihinin karartılan sayfaları, yalnızca Fransa dışında yapılan kötülükleri içermez. Fransa'da yaşanan soykırım ve katliamlar da, tarihiyle yüzleşme cesareti olmayan bu ülkede tabudur. “Fransız'ın Fransız'a soykırımı” olarak adlandırılan 1793-1796 Vendée Soykırımı, 24-25 Ağustos 1572 Saint Barthelemy Katliamı, Kölelik Dönemi, “Terör Süreci” olarak adlandırılan Fransız Devrimi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler'in Fransa'daki işbirlikçisi Vichy Hükümeti Dönemi, bu durumun en somut örnekleridir.

1789 Fransız Devrimi, dünyayı yeniden biçimlendirmesinin yanı sıra, insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olma özelliğini de taşımaktadır. Fransa'nın batısında, Atlantik Okyanusu kıyısındaki Vendée'de yaşananlar, Fransız resmi tarihinde, “Vendée İsyanı” ya da “Vendée Savaşı” olarak adlandırılmakta, bu olaya karşı devrim yakıştırması da yapılmaktadır.

Kral ve kiliseye bağlı insanların yaşadığı Vendée, Kral 16. Louis'in idamına karşı çıkmış, Paris'in atadığı yöneticilerin ve anayasaya bağlılık yemini eden rahiplerin otoritesini tanımamış, yeni vergileri ödemeyi de reddetmişti.

Kimi Fransız tarihçiye göre, bölge halkı, soylularının önderliğinde ayaklanmış, monarşiyi geri getirmek için savaşmış, cumhuriyetçi güçlere yenilmişti. Oysa yaşananların boyutları çok farklıydı; yüz binlerce insan, genç-yaşlı, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın vahşi yöntemlerle katledilmişti.

Bir tarım bölgesi olan Vendée'nin yoksul köylüleri, durumlarının düzeleceği umuduyla devrimin ilk yıllarında Paris'e bağlı kaldılar. Devrimin, ekonomik alanda bekleneni vermemesi ve yoksulluğun sürmesi, din adamlarının köylüler üzerindeki etkisini artırdı. 1791'de, rahiplerden anayasa bağlılık yemini etmeleri istenince, bu yeminin din yolundan çıkmak olduğunu öne süren köktendinci Katolik rahiplerin kışkırtmasıyla ilk karışıklıklar başladı. Daha önce boş olan kiliseler, artık ayinler sırasında tıka basa doluyor, Paris'e yönelik muhalefetin merkezi oluyordu.

Kral 16. Louis'in, Ocak 1793'te giyotine gönderilmesi, soyluların bölgeden göçe zorlanması, isyanı tetikleyen öğelerin arasında sayılsa da, asıl nedenin yoksulluk olduğu belirtilir.

Bu sırada, yalnızca Vendée'de değil, Fransa'nın birçok bölgesinde halk ayaklanmaları vardır. Cumhuriyet askerleri hemen her yerde isyanları bastırırken, Vendée'de Köylü Ordusu kurulmuş, “Beyazlar” olarak adlandırılan köylü güçleri “Maviler”i, yani cumhuriyet birliklerini yenilgiye uğratmıştı. Köylülerin başlattığı direnişe yakın bölgelerden de destek gelmesi üzerine, Vendée'ye, tüm Fransa'ya örnek olacak bir ders vermek için harekete geçen Paris yönetimi, sivillere yönelik katliamların önünü açan kararlar alır ve 1 Ağustos 1793'te bir kararname yayımlar.

Buna göre, bölgedeki ormanlar kesilecek, tarlalardaki ürünlere, büyük ve küçükbaş hayvanlara el koyulacak, isyancıların mal varlığının cumhuriyete ait olduğu açıklanacak, kadın, çocuk ve yaşlılar başka bölgelere sürülecekti.

Vendée'nin Köylü Ordusu, Aralık 1793'te, Nantes yakınlarında Savenay'da yenilir ve dağılır. Geride kalan küçük gruplar ise, isyanı sürdürmek için ormanlık alanlara çekilir. Ordular arasındaki savaş Savenay'da bitmiş, sıra 1796'ya dek sürecek olan toplu katliamlara gelmiştir.

Artık daha rahat hareket eden Louis-Marie Turreau yönetimindeki cumhuriyetçi “Cehennem Birlikleri”, kitleler biçiminde teslim olanları acımasızca öldürür, savunmasız yüzlerce köyü yakar, ateşli silahlardan tasarruf etmek için kadın, çocuk ve yaşlıları kesici silahlarla katleder.

Bu kanlı zaferin ardından, General François Joseph Westermann, Paris'e gönderdiği raporda durumu şöyle özetler:

“Cumhuriyetçi yurttaşlar, artık Vendée yok! Çocuklarıyla ve kadınlarıyla kılıcımız altında can verdi. Vendée'yi, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdük. Bana verdiğiniz emir uyarınca, çocukları atlarımızın ayakları altında ezdik. Kadınları, yeni asiler doğurmamaları için katlettik. Yolları cesetlerle kapladık. Teslim olmak için gruplar biçiminde gelen köylüleri durmaksızın kurşuna dizdik. Onlara, devrimin acımasız olduğunu göstermek için hiç tutsak kabul etmedik.” [1]

Fransızlar'ın Cezayir Katliamı

Cezayir Katliamı

Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi.

Fransa Ulusal Meclisi'ndeki azınlık durumundaki sosyalistler, 1915 yılında Türkiye'de işlendiği iddia edilen Ermeni soykırımının yalanlanmasını reddedenlere yönelik ceza getirmeyi öngören yasanın gerekçelerine bakıldığında, Fransa'nın Cezayir'de işlediği soykırımlar konusunda bu ulusun anılarını canlandırmanın hayati öneme sahip olduğu ortaya çıkıyor.

Çok sayıda tarafsız Fransız yetkili, Cezayir'de Fransa kolonel yönetiminin hüküm sürdüğü 130 yıl boyunca kendi ülkelerinin işkencelerini dile getirdi. Örneğin, zorla boyun eğdirmeye katılan paralı askerlerden Edouard Sablier, daha sonra durumu şöyle tarif edecektir: "Kasabaların her yerinde etrafı dikenli tellerle çevrili, içinde binlerce şüphelinin tutulduğu kamplar vardı... Dağlar arasındaki izole edilmiş köylere denetime gittiğimizde, insanların, "Ürünlerini ellerinden alarak onları cezalandırmamız gerekir." sözlerini duyardım."

Fransız Troçkistleri tarafından yayınlanan "Ohe Partizanları" isimli gazetede, Setif'i "Cezayir Oradour"u olarak tanımlamışlardı. Oradour, Nazi işgalcilerinin aralarında çocukların da bulunduğu 600'den fazla insanı kestiği bir Fransız kasabasıydı.

Cezayir Katliamı

Tarihin gördüğü en büyük soykırım

Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi. Fransız kolonel güçleri, kolonel yönetime karşı çıkan ayaklanmaya karşı doğudaki birkaç kente hava ve kara saldırısı düzenledi, özellikle de Setif ve Guelma'ya. Bu sıkı önlemler birkaç gün sürdü ve Cezayir Devleti'ne göre geride 45 bin ölü insan bıraktı. Avrupalı tarihçiler, bu rakamı 15 bin ya da 20 bin olarak kayda geçti. Fansız saldırıları sadece Cezayir topraklarında değil, Fransa'nın içinde de devam etti. 1961 yılındaki Paris katliamı buna en canlı örnektir: 17 Ekim tarihinde, Fransız polisi ülkelerinin Fransız koloni yönetiminden bağımsızlığını kazanmasını talep eden silahsız Cezayirli göstericilerin üzerine ateş açtı. Bu saldırıda kaç göstericinin öldüğü hâlâ net değil; ancak tahminler 32 ila 200 kişi arasında değişiyor. Bu olay, 1999 yılına kadar resmi olarak doğrulanmamıştı. O tarihe kadar tüm Fransız hükümetleri gerçeği saklamışlardı.

Bağımsızlık savaşı boyunca da idamlar ve geniş çaplı tutuklamalar oldu; "Pek çok Avrupalı hukukçu suçlananları savunmayı reddetti. Köylüler havadan bombalandı ve denizden kruvazörlerle top ateşine maruz bırakıldılar. Bu saldırılar rastgele yapılıyordu. Amaç sadece ayaklananları cezalandırmak değil, aynı zamanda tüm Müslüman nüfusa yerini ve haddini bilmesini öğretmekti. Yerleşimciler kendi resmi olmayan ölüm timlerini kurdular ve binlerce Müslüman öldürdüler. Alman ve İtalyan savaş tutukluları, bu katliamda yer almaları amacıyla serbest bırakıldı. 1945 katliamları ise Fransızların Cezayir'de giriştiği en trajik katliamlardan biri oldu. Le Monde gazetesinin de aktardığı gibi, "Fransa, 8 Mayıs 1945'te Avrupa'da zaferi kutlarken, bu ülkenin ordusu Setif ve Guelma'da binlerce masum sivili katlediyordu; bu olaylar Cezayir bağımsızlığının gerçek başlangıcı olmuştu".

Ahmed Bin Bella'nın da dile getirdiği gibi Fransızlar, insanlara ve Cezayir kültürüne karşı bir soykırım işlemişti: "Cezayir'in yerli halkının büyük bir bölümü Fransız kolonel yönetiminin başlarında yok edilmişti, 1830'da dört milyonun üzerinde, 1890'da ise 2,5 milyon kişi öldürülmüştü. Sistematik soykırım, Cezayir kültürel kimliğinin vahşice ezilmesiyle sürdürüldü. Yerli Cezayirliler Fransız tebaasıydı ancak İslam dinini ve Arap kültürünü reddettiklerinde Fransız vatandaşı olabiliyorlardı. Bu acımasız kültürsüzleştirme politikası, geriye kalan Cezayirlilerin kendi anadilleri olan Arapça konuşmamaları yönündeki baskı ve Fransız kolonel kültürü dayatması ile sürdü. Cezayir'in yerli Müslüman halkının silah taşımasına ya da kendi politik toplantılarını düzenlemesine izin verilmedi. Katı yasalara maruz bırakıldılar, hatta evlerini ya da köylerini terk etme konusunda bile kolonel yönetimlerinin onayı gerekiyordu. Dahası, 2005 yılındaki El Cezire televizyonundaki bir röportajında Ahmed Bin Bella, yüzlerce Cezayirlinin 17 Ekim 1961'de canlı canlı La Sinn Nehri'ne atıldığını ve sürüklenmelerinin seyredildiğini anlatmıştı. Çünkü bu insanlar bağımsızlık istiyor ve Fransız yönetimine karşı ayaklanıyordu. Cezayir gazetesi, la Tribune'nin editörü Abdülkerim Gazali, Fransa'nın bağımsız ve egemen Cezayir'in işgalini, Nazi Almanya'sının pek çok Avrupa ülkesini işgaline benzetmiş ve bunun ırkçılık olduğunu yazmıştı. 2005 yılında Cezayir, Fransa'dan kolonel yönetimi sırasında işlediği suçlardan dolayı özür dilemesini talep etti. Cezayir Senatosu sözcüsü Amar Bakhouche, Fransa'nın katliamlar için özür dilememesine tepki göstermişti. Bu konuda Fransa'daki arşivler bugüne kadar kapalı tutuldu. Fransızlar, katliam ve soykırıma dair tüm belgeleri topladı. Pek çok kişi için kapalı tutulan bu arşivler, Fransa'nın Cezayir'deki soykırımının birer kanıtı. Bakhouche, Fransa'nın arşivlerini kapalı tutmasına da tepki gösterdi. Bakhouche, bu dönemde tutulan arşivlerin büyük bir bölümünün Fransa'ya götürüldüğünü ve gizlendiğini belirtiyor: "Arşivler Fransız ve Cezayirlilere açık değil. Bir an önce bunların kamuya açılmasını istiyoruz."

Fransız Parlamentosu'nun, sözde Ermeni soykırımını inkarı suç sayan kararına karşılık Türk Parlamentosu da Fransızların Cezayir'de işlediği soykırımı yasadışı sayan bir tasarıyı gündemine alıyor. Cezayirliler şimdi her 8 Mayıs'ta Fransa'nın Setif kentinde 45 bin Cezayirliyi öldürmesini ve işkenceleri anıyor ve yürüyüşler düzenliyor. Bu yılın nisan ayındaki Paris ziyaretinde Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Bouteflika, "Kolonileştirme; kimliğimizi, tarihimizi, dilimizi ve geleneklerimizi soykırıma uğrattı." demişti. Fransa'nın tüm çağrılara rağmen soykırım konusundaki olumsuz tavrı nedeniyle 2005 yılında yürürlüğe girmesi beklenen Cezayir-Fransız dostluk anlaşması gerçekleşmedi. Bununla birlikte, ilişkilerin normalleşmesi de çok yavaş ilerliyor. Cezayir her daim, Fransa'nın soykırım için bir özür dilemesini umut etti ve bunun ilişkilerin düzelmesi için gerekli olduğunu belirtti. Tıpkı, 1963'teki Fransız-Alman mutabakatında olduğu gibi. [2]

Cezayir Katliamı

Cezayir'deki Fransız Vahşeti

Cezayir 1830'dan 1962'ye kadar yani toplam 132 yıl süreyle Fransa'nın işgalinde kaldı. Bu süre içinde Cezayir halkı da kesintili olarak bağımsızlık savaşları verdi. En şiddetli savaş ise 1954-1962 arasında gerçekleştirilen büyük bağımsızlık savaşıdır. Bu süre içinde Fransız işgalciler 1,5 (bir buçuk) milyon Cezayirliyi hunharca şehit etmişlerdir. Fakat Fransa'nın Afrika'da gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa hemen hemen girdiği tüm Afrika ülkelerinde benzer katliamlar gerçekleştirmiştir. Öldürülenlerin sayısı belki farklıdır ama hepsinde de aynı vahşet ruhunun etkin olduğunu görüyoruz. Üstelik bu katliamlar Ortaçağ'ın karanlık zihniyetiyle değil 20. yüzyılın yani modern çağın modernist felsefesiyle, insan hakları, uluslararası hukuk gibi kavramların bütün dünya kamuoyunun literatürüne girdiği bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Biz de bu araştırmamızda başta Cezayir katliamı olmak üzere, Fransa'nın muhtelif Afrika ülkelerinde gerçekleştirdiği katliamlar hakkında birtakım özet bilgiler vereceğiz.

Cezayir Katliamı

Fransa'nın Cezayir İşgâli

Fransa'nın Cezayir'e yönelik işgal amaçlı saldırıları 1827'de başlamıştır. Fakat saldırıların başlamasıyla ilgili gelişmeler oldukça ilgi çekici ve düşündürücüdür. O tarihte Cezayir, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir eyalet durumundaydı ve başında da aslen İzmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Fakat Osmanlı Devleti'nde baş gösteren zayıflama Cezayir'i de Fransa karşısında zayıf duruma düşürmeye başlamıştı. O sıralarda Fransa hükümeti, Bacri ve Busnak adlı Cezayirli iki Yahudiden 5 milyon Frank ve bir miktar hububat borç almıştı. Fransa krallık idaresine geçince yeni yönetim bu borçları tanımakla birlikte ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine söz konusu iki Yahudi alacaklarının tahsili için Dayı Hüseyin Paşa'yı devreye soktular. Hüseyin Paşa da tebaasından olan bu iki kişinin alacaklarını tahsil için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. 29 Nisan 1827 tarihinde bu borçların tartışıldığı sırada Dayı Hüseyin Paşa, Fransız konsolosu Pierre Deval'in yüzüne elindeki yelpazeyle vurdu. Fransa da bu olayı savaş ilanı kabul ederek 16 Haziran 1827'de askeri harekatı başlattı. Aslında Fransa böyle bir harekat için söz konusu olaydan önce hazırlığını yapmıştı. Bu ilk harekattan sonra Cezayir'in sahillerini abluka altına aldı.

O sıralarda Yunanistan işgaliyle uğraşan İstanbul yönetimi (Babıali) ise olaylara müdahale etme imkanından yoksundu. Bu yüzden diplomatik yollardan meselenin çözümü için uğraş veriyordu. Ama Fransa avantajlı durumunu değerlendirerek işgal planını gerçekleştirmek istiyordu. Fransa, İngiltere ve Rusya'yla da işbirliği yaparak 20 Ekim 1827'de Navarin'deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığından Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Bu duruma rağmen yine de Fransa, Cezayir'i kısa sürede işgal edemedi. 14 Haziran 1830'da General Bourmont komutasında yeni bir donanma ve 37.000 kişilik takviye birlik gönderdi. Bu takviye güçlerle 5 Temmuz 1830'da başkent Cezayir'i işgal edebildi. Fakat o sırada meşhur Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir'in tümünü ele geçiremedi. Emir Abdülkadir'in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1947'ye kadar sürdü ve Fransa'nın ülkenin tümü üzerinde hakimiyet sağlaması da ancak bu direnişin sona ermesinden sonra gerçekleşti.

Fransa Sultasındaki Cezayir

Fransa, 22 Temmuz 1834'te Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği'ni kurdu. Bu genel valiliğin işi daha çok ülkedeki sömürge yönetimini güçlendirme amacıyla ülkenin batısında Emir Abdülkadir liderliğinde, doğusunda da Ahmed Bey'in liderliğinde bağımsızlık savaşı veren gerilla güçleriyle uğraşmak oldu. 1847'ye kadar süren bu savaşta işgal güçleri epey kayıp verdiler.

Fransız işgal güçleri Cezayir halkının direnişini kırmak ve bağımsızlık yanlısı direnişe destek vermesini engellemek amacıyla askeri, siyasi, dini, kültürel ve ekonomik her baskı yolunu denediler. Kültürel yönden halkın Müslüman ve Arap kimliğini yok etmek amacıyla baskı yaptı, Arapça ve Berberice yerine Fransızca'yı hakim kılmak için uğraştılar. Dini yönden Müslümanlığın yerine Hıristiyanlığı hakim kılmak için yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı ve bu amaçla baskı uygulamalarına başladılar. İşgale karşı direnen kabilelerin arazilerine el koymak suretiyle ekonomik baskı metotlarına başvurdular. Halka hizmet veren vakıflara ait gayri menkullere el koymaya başladılar. Ülkenin en güzel bölgelerinde sömürge yerleşim birimleri oluşturdu ve buralara Avrupalıları getirtip yerleştirdiler. Avrupa'dan göçü teşvik amacıyla da yerli kabilelerden zorla gasp edilen araziler göçmenlere bedava dağıtıldı. 1841-1850 yılları arasında yerli ahaliden gasp edilen 115 bin hektar arazi Avrupalı göçmenlere bedava dağıtılmıştır. 1930'da ise bu şekilde Avrupalı göçmenlere dağıtılan arazinin miktarı 2 milyon 345 bin hektarı (23 milyon 450 bin dönümü) bulmuştur. Bu teşvikler yüzünden de Avrupa'dan göçte göze batar bir artış gerçekleşmiştir.

Despotik Bir Yönetim

Fransa, Cezayir'i işgal ettikten sonra ülkenin yerli halkını yönetmek amacıyla "Arap Büroları" adı verilen askeri merkezler oluşturdu. Bu merkezler zulüm ve baskı anlayışına göre teşekkül etmişti. Bu yönetim biçimi 1870 yılına kadar devam etti. Tamamen işgal güçlerinin kontrolünde olan bu merkezler bir bakıma ülkede sıkıyönetimi hakim kılan askeri merkezler durumundaydı.

1870'te sivil yönetime geçildi ve Cezayir, Fransa İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. Bu gelişmeden sonra 1871'de Muhammed el-Mukrani'nin etrafında toplanan 200 kadar kabile ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı. 1881'de Sidi Şeyh liderliğinde ikinci bir ayaklanma gerçekleştirildi. Fransa sömürge yönetimi her iki işgali bastırmak için de ülkenin her tarafını kan gölüne çevirdi ve binlerce insanı vahşice katlettiler. İkinci ayaklanma 1884'te bastırılabilmiştir ve bu üç yıllık süre içinde çok sayıda insan katledilmiştir. Bu isyan bahane edilerek ülkedeki tüm yargı mekanizması askıya alınmış ve "Yerli Kanunu" adı verilen zulüm kanunları uygulamaya geçirilmiştir. Bu kanunların uygulaması 1919'a kadar sürdürüldü. Bu kanunlar Fransızlara özel bir ayrıcalık tanırken Cezayirlileri bütün insan haklarından mahrum ediyordu. Yani bu kanunlara dayalı olarak Amerika'dakine benzer şekilde bir tür ırk ayrımı politikası uygulanıyordu. Bu politika Cezayirlileri aynı zamanda ekonomik yönden de zor duruma sokuyordu. Onlardan ağır vergiler alarak işgal yönetiminin tüm giderlerini onlardan alınan vergilerle karşılıyordu. Bu uygulama çok sayıda Cezayirliyi ülkelerini terk etmeye zorlamıştır.[3]

Sadece Cezayir mi?

Fransa'nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa, sömürgeleştirdiği ve bu yolla bütün beşeri ve ulusal servetlerini kullandığı diğer Afrika ülkelerinde de büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Evet, bütün ulusal servetlerinden istifade ettiği ülkelere Fransa'nın lütfettiği mükafatlar o ülkelerin insanlarını ya topluca katletmek, ya vatanlarını terke zorlamak, ya dinlerini değiştirmeye mecbur etmek, ya fakirleştirmek veya benzeri bir zulme maruz bırakmak olmuştur. İşte birkaç örnek:

Benin

Sömürgecilerin Afrika'ya yayıldıkları dönemlerde bugünkü Benin kıyılarında köle ticaretinin önemli merkezleri kurulmuştu. Fransızlar köle ticaretinde ve daha başka alanlarda kendilerine sağlanan kolaylıklarla yetinmeyerek, bugünkü Benin topraklarında hüküm süren Dahomey krallarıyla 1861 ve 1868 yıllarında iki ayrı anlaşma yaparak Benin kıyılarına iyice yerleştiler. Bu durum İngilizlerle aralarının açılmasına ve bazı çatışmalara yol açtı. 1882'de Porto Novo ve Kotonu'da himaye yönetimi kuran Fransız sömürgeciler ülkeyi tamamen işgale kalkıştılar. Dahomey kralı ve halkı buna karşı çıkarak silahlı mücadele başlattı. Ancak modern imkânlara sahip olan Fransız sömürgeciler kuzeye doğru ilerleyerek 1904'te Dahomey'i tamamen işgal ettiler. İşgalden sonra bu topraklar Fransa'ya bağlı bir genel vali tarafından yönetilmeye başladı. Bundan sonra zaman zaman Fransız sömürgesine karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Ancak işgalci Fransızlar bu ayaklanmaların hepsini kanla bastırdılar. Dahomey'in bağımsızlığını ilan etmesi ise 1 Ağustos 1960'ta gerçekleşti.

Burkina-Faso

Sömürgecilerin bugünkü Burkina-Faso topraklarına girdiği sırada bölgede Mossiler hüküm sürüyordu. Ancak o dönemde gerçekleşen bölünmelerden sonra ortaya çıkan Mossi krallıkları arasında iç savaşlar oldu. Bu gelişmeler Fransız sömürgecilerin müdahalelerini kolaylaştırdı ve 1895 yılında, daha önce Mossiler arasındaki bölünmeler sonrası ortaya çıkmış olan Yatenga krallığı Fransız himayesine girdi. Bu olay Fransız sömürgecilerin bölgede güçlenmelerine imkân sağladı. Dolayısıyla Fransızlar 1896'da bugünkü Burkina Faso'nun başkenti ve tarihte önemli bir ticari merkez rolü oynamış olan Vagadugu'yu ele geçirdiler. Böylece Mossi krallığı da Fransızların eline geçmiş oldu. Fransız sömürgeciler 1897'de de güneydeki Gwiriko ve Wahabu devletlerini yıkarak bugünkü Burkina Faso topraklarının tamamını ele geçirdiler. Fransızlar bölgeyi 1904 yılında Yukarı Senegal - Nijer Birliği'ne bağladılar, sonra 1919'da Yukarı Volta adıyla ayrı bir sömürge haline getirdiler. Bu arada Fransız Milletler Birliği'ne bağlandı. 1932'de Sudan, Nijer ve Fildişi Sahili arasında paylaştırılan Yukarı Volta 1947'de yeniden tek bir ülke haline getirildi. Fransa'nın bütün hakimiyeti genellikle güç kullanımıyla devam etmiştir.

Cibuti

1859'da Cibuti kıyısındaki Ubuk (Obock) şehrini ele geçiren Fransızlar, 11 Mart 1862'de Tecura sultanı Ahmed Ebu Bekir'i kendileriyle bir anlaşma yapmaya zorladılar. Anlaşmaya göre Ubuk şehri 52.000 Frank karşılığında Fransızlara bırakılıyordu. Bu anlaşma Fransızların bölgede hâkimiyet kurmalarına zemin hazırladı. Ubuk'u bir üs edinen ve oraya bir iskele kuran Fransa, sonraki yıllarda Cibuti'deki bütün kabile şeflerini kendisiyle anlaşma yapmaya zorlayarak hâkimiyetine aldığı alanı genişletti. 1888'de İngilizlerin işgali altında bulunan Somali sınırlarına kadar ulaştı. Bu işgalden sonra Cibuti topraklarına Fransız Somalisi adı verildi. Güneyde yer alan bugünkü Somali'ye de o zaman İngiliz Somalisi deniyordu. Çünkü burasını da İngiliz sömürgeciler işgal etmişlerdi. 1888 yılında Fransa'yla İngiltere arasında bir anlaşma yapılarak iki Somali'nin kesin sınırları belirlendi. Bu anlaşmadan sonra Fransız sömürgeciler bölgedeki merkezlerini Ubuk'tan Cibuti'ye taşıdılar.

Cibuti'nin Müslüman halkı Fransız sömürgesini hiçbir zaman kabullenmek istememiştir. Ancak Fransızlar Müslümanların bütün direnişlerini baskıyla ve zulümle bastırdılar. Afar Müslümanlar 1917'de Fransız sömürgecilere karşı geniş çaplı bir ayaklanma başlattılar. Ancak Fransız sömürgeciler bu ayaklanmayı da bütün insanlık dışı uygulamalara başvurarak bastırdılar. Fransız sömürgeciler bir yandan da Cibuti halkını kendi dinlerinden uzaklaştırmak için yoğun misyonerlik faaliyetleri başlattılar. Fransızlar bu işi iki yönlü olarak yürütüyorlardı. Bir yandan İslâmî eğitimi yasaklıyor, Müslümanların dinlerini öğrenmelerini engelliyorlar, bir yandan da getirdikleri misyonerler vasıtasıyla kendilerini yoğun bir Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine tabi tutuyorlardı. Ancak bütün bu çalışmalarına rağmen Hıristiyanlaştırma konusunda hiçbir başarı elde edemediler. Bugün Cibuti'de yaşayan Hıristiyanların tamamının Avrupa asıllı olması bunun göstergesidir. Fransızların bu konuda kendi açılarından başarı sayabilecekleri tek şey Müslümanları dinleri hakkında bilgisiz bırakmak suretiyle, onların İslâm öncesi dönemlerine ait bazı adetlerini yeniden canlandırarak bugünkü hayatlarına taşımaları oldu.

Çad

Bugünkü Çad toprakları üzerinde 19. yüzyılın ortalarında, başlangıçta fil avcılığı ve ticaret kervanlarına rehberlik yapan Zübeyr adlı bir şahıs bir İslâm devleti kurdu. Onun kurduğu devlet kısa zamanda geniş alana yayıldı. Bu devlet bölgedeki kabileleri ve bölgedeki Veday krallığını kendine bağladı. Bu devlet, 1878 - 1900 yılları arasında saltanatı elinde tutan Rabih bin Zübeyr zamanında bölgenin en güçlü devleti oldu Rabih bin Zübeyr'in saltanatının devam ettiği sıralarda Fransız sömürgeciler bölgeye askeri güçler göndermeye başladılar. Fransız güçleri girdikleri yerlerdeki yerel yöneticilerin saltanatlarına son veriyorlardı. Kral Rabih Fransızlara karşı koydu. 1880 ve 1890'da Fransız birliklerine karşı verdiği savaşları kazandı. Bu durum karşısında Fransız sömürgeciler Çad çevresinde bazı yerlere yeni askeri üsler kurdular. 4 Şubat 1894'te de Fransız, İngiliz ve Alman sömürgeciler aralarında anlaşma yaparak Çad gölü çevresini paylaştılar. Bu paylaşmada bugünkü Çad toprakları Fransa'nın payına düştü. Fransızların Çad topraklarını ele geçirmek için saldırıları devam etti. Müslümanlar uzun süre vatanlarını kahramanca savundular. Bu kahramanca mücadelenin başını çeken Sultan Rabih 1900'de öldürüldü. Ondan sonra oğlu Fadlullah bu mücadeleyi sürdürdü. O da 1909'da öldürüldü. Fransızlar bu arada bölgedeki önemli merkezleri ele geçirmiş birçok yerel yönetimi ortadan kaldırmışlardı. 1911'de gerçekleşen bir savaştan sonra da Çad'ın tamamını ele geçirdiler. Fransız araştırmacılar Çad'ın tarihini Fransa'nın burayı işgal ettiği yıldan başlatırlar ve öncesini bir vahşet olarak nitelerler. Oysa işin gerçeğinde Fransızların Çad'ı işgalleriyle birlikte bu ülkede bir kara dönem, bir vahşet dönemi başlamıştır. İşgalci Fransızlar Çad'da çok sayıda camiyi ve medreseyi yıktılar. İslâmî eğitimi tamamen yasaklayarak Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dini cemiyetlerini kapattılar. Çok sayıda ilim adamını zindanlara atarak işkenceyle öldürdüler. Müslüman kadınları rencide ettiler. Bazı Müslüman ilim adamları Fransız zulmünden kurtulmak için çeşitli yerlere kaçtılar. Fransızlar bunları ortaya çıkarmak amacıyla 1917'de Çad'da dini hayatın yeniden düzenlenmesi konusunda Abeşe şehrinde bir sempozyum düzenleneceğini açıkladı ve bunu her tarafta ilan etti. 400 kadar ilim adamı olumlu bir gelişme olacağını ümit ederek sempozyumun düzenleneceği salona toplandılar. Ancak çok geçmeden Fransız güçleri salonu her taraftan sararak toplanan ilim adamlarının hepsini öldürdüler. Fransızların cinayetleri ve katliamları sonraki yıllarda da devam etti. Fransızların Müslüman ilim adamlarını ve dinlerine bağlı Müslümanları yok etmekteki amacı Çadlılara dinlerini öğretecek, İslâm'ı hakkıyla bilen birini hayatta bırakmamaktı. Fransızlar Çadlı Müslümanları dinlerinden habersiz bir hale getirdikten sonra ya Hıristiyan yapacaklarını ya da eski putperest adetlerine döndüreceklerini umuyorlardı. Fransızlar Çad'ın güneyinde yaşayan putperestlerle işbirliği yaparak siyasi ve ekonomik politikalarında sürekli onları gözettiler. Bu yüzden ülkedeki ekonomik denge Müslümanların aleyhine bozuldu. Bu durum sonraki yıllarda istikrarsızlığa ve ciddi problemlere yol açtı.

1944'te Çad'a Fransa'ya bağlı bir deniz aşırı ülke statüsü verildi. Bu, Çad'a kısmi özerklik verilmesi anlamı taşıyordu. Ancak dışişlerinde Fransız denetimi devam edecekti. 1947'de Fransa'nın denetiminde ilk genel seçim yapıldı. Seçim sonrasında oluşturulan parlamentoya hep Fransa yanlıları seçilmişlerdi. 1947'de seçim yapılmasına rağmen Çadlılar ilk hükümetlerini ancak on yıl sonra yani 1957'de kurabilmişlerdir. Bu ilk hükümetin başına da Batı Hindistan'dan gelerek Çad'a yerleşmiş olan ve Fransa'ya bağlılığıyla bilinen Gabriel Lisette getirilmişti. Onun hükümetinde görev alanlar da hep Fransa'ya yakınlıklarıyla bilinen, Fransa'nın çıkarlarını gözeteceklerine kesin gözüyle bakılan kimselerdi. Yani Fransa'nın çıkarlarını koruma görevi artık Çadlılara verilmişti.

Gabon

1839'da, bugünkü Gabon topraklarını Fransızlar, Portekizlilerden satın alarak buraya bir sömürge merkezi kurdular. Bu satın alma işleminden sonra Fransızlar, Atlas Okyanusu kıyısına bir köle ticareti merkezi kurarak insanları zincirlere vurup satma işini sürdürdüler. Gabon'u Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası haline getiren Fransızlar 1886'da burayı Fransız Kongo'suna bağladılar. Fransız sömürgesi döneminde Gabon'da geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması da başlatıldı. Fransız işgalciler maddi yönden destekledikleri çok sayıda Hıristiyan misyoneri Gabonluların arasına yaydılar. Ancak misyonerler, geniş maddi imkânlara sahip olmalarına ve bir yüzyıldan fazla çalışma yapmalarına rağmen ülke nüfusunun sadece üçte birine yakın bir kısmını Hıristiyanlaştırabilmişlerdir. Misyonerler genelde putperest Gabonlular arasında etkili olabildiler. Müslümanlara yönelik çalışmalarından hiçbir başarı elde edemediler. Fransız sömürgecilerin İslâmî çalışmaları engellemelerine ve Müslümanları kıskaca almalarına rağmen sömürge döneminde, Gabon'da Müslümanların sayısı daha da artmıştır. Bunda Fransız ordusunda görev yapmaya zorlanan Afrikalı Müslüman askerlerin de etkisi oldu. Bu Müslüman askerler Fransızların baskılarına rağmen ordudaki görevleri sırasında dinlerini yaşamaya devam ettikleri gibi çevrelerindeki insanlara da iyi muamelede bulunarak onların İslâm'a ısınmalarını sağladılar. Gabon'a 1958'de Fransız Milletler Topluluğu'na bağlı özerk bir sömürge statüsü verildi. 17 Ağustos 1960'ta da bağımsız bir ülke haline getirildi.

Gine

1885 Berlin Konferansı'nda Avrupalı sömürgeciler Batı Afrika topraklarının paylaşılması konusunda aralarında bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmada Gine, Fransızlara verildi. Bundan sonra 1887'de bugün Gine'nin başkenti olan Konakri'ye askeri garnizon kuran ve Gine'deki askeri güçlerini artıran Fransızlar, Futa Calon emirleri üzerindeki baskılarını artırdılar. 4. İbrahim Sori'den sonraki emir Ebu Bekir Sori'nin 1896'da öldürülmesinden sonra yerine geçen emir Fransız himayesini kabullendi. Bu olaydan sonra Gine, Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası oldu. Bu olaydan sonra Futa Calon Müslümanlarının ileri gelenlerinden İmam Samori Ture ve oğlu Karamoko, Fransız himayesine karşı çıkarak cihada devam ettiler. Ancak İmam Samori 29 Eylül 1898'de Fransızlara esir düştü ve Gabon'a sürgün edildi. 1900'de de orada vefat etti. Fransız sömürgeciler diğer Batı Afrika ülkelerinde yaptıklarını Gine'de de yaptılar. Ülkeden İslâm'ın izlerini silmek için İslâmî eğitimi yasakladılar, İslâmî medreseleri ve eğitim kurumlarını kapattılar, ilim adamlarını ya öldürdüler veya vatanlarını terk etmeye zorladılar. Onların yerine ülkenin her tarafına Hıristiyan misyonerleri yayarak Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak halk işgal yönetimini hiçbir zaman benimsemedi ve Hıristiyan misyonerlerin propagandalarına da rağbet etmedi. Bağımsızlık arzusu da Ginelilerin gönüllerinden hiç silinmedi. 1950'lerden sonra bağımsızlık arzusu fiili eylemlere, genel grevlere, işçi hareketlerine vs.'ye dönüştü. Bu mücadelenin öncülüğünü Ahmet Seku Ture adlı bir şahıs yürütüyordu. Ahmet Seku Ture, Gine Demokratik Partisi adlı bir parti kurdu ve 1957'de yapılan seçimlerde 60 kişilik mecliste 56 üyelik kazandı. Gine halkı Fransız cumhurbaşkanı De Gaulle'ün sunmuş olduğu yeni anayasayı reddetti. Sonuçta Gine, 2 Ekim 1958'de bağımsız devlet oldu.

Kamerun

1916'da Fransızlar ve İngilizler Kamerun'u işgal etti ve aralarında paylaştılar. Bu paylaşmada ülkenin dörtte üçünden fazlası Fransızların payına düştü. Fransız ve İngilizlerin Kamerun üzerindeki hâkimiyetleri 20 Temmuz 1922'de Milletler Cemiyeti tarafından da onaylandı. Fransız ve İngiliz işgalciler, bu ülkeyi onlardan önce işgal altında tutan Almanların yaptığı gibi Müslümanlara baskı ve misyonerlik faaliyetlerine ağırlık verme işini sürdürdüler. Misyonerler daha çok yerel dinlere mensup animistler arasında etkili oldular. Müslümanların sayısında hiçbir azalma olmadı. Aksine artış oldu. Fransız Kamerunu denilen kısım, 1 Ocak 1960'ta BM gözetiminde gerçekleştirilen bir referandum sonucunda bağımsızlığını elde etti.

Komor Adaları

Bugünkü resmi adı Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti olan Komor Adaları'na karşı 1830'lu yıllarda Fransız sömürgeciler saldırılar başlattı ve 1841'de Mayot (Mayotte) adasını ele geçirdiler. Büyük Komor'da 1875'te Sultan Ahmed'in yerine geçen torunu Seyyid Ali, Fransızlara yanaşmak ve onların himayelerini kabullenmek zorunda kaldı. Fransızlar Anjuvan Adası'nı da 1886'da Sultan III. Abdullah'ın adaya hükmettiği sırada hâkimiyetlerine aldılar. Böylece bütün Komor Adaları Fransız hâkimiyetine geçmiş oldu. Adalardaki geleneksel sultanlık yönetimi (emirlik) Fransız hâkimiyeti altında 1912'ye kadar devam etti. Fransızlar 1912'de bütün yerel yönetimleri ve İslâmî uygulamaları ortadan kaldırdılar ve Komorlar'ı yine kendi hâkimiyetlerinde olan Madagaskar'a bağladılar. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Komor Adaları Müslümanları bağımsızlık mücadelelerine hız kazandırdı ve bu amaçla Tanzanya'da bazı örgütler kurdular. Bu örgütler sonra Komor Adaları Milli Kurtuluş Hareketi bünyesinde birleşerek organize bir faaliyet içine girdiler. Fransa da 1974'te adaların geleceğiyle ilgili bir referandum yapmak zorunda kaldı. Açıklanan sonuçlara göre Mayot Adası halkının % 65'i Fransız idaresinin devamını, diğer adalardaki halkın ise % 95'i bağımsızlığı istemişti. Fransa, 1 Ocak 1976'da Mayot Adası dışındaki adaların bağımsızlığını kabul etti. Ancak ilginçtir ki kurulan bağımsız cumhuriyetin başkanlığına bir batı hayranı olan Ali Suveylih geçirildi. Ali Suveylih ülkesini modernleştirme iddiasıyla İslâmî tesettürü ortadan kaldırmak dahil birtakım reformlar gerçekleştirmek suretiyle Fransız işgalcilerin başaramadıklarını başarma çabası içine girdi. Ancak 1978'de Ahmed Abdullah tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle Ali Suveylih görevden uzaklaştırıldı. Yeni başkan Ekim 1978'de anayasayı değiştirerek devletin resmi adını "Komorlar Federal İslâm Cumhuriyeti" yaptı.

Moritanya

Sömürgeci güçler Senegal ve Moritanya konusunda aralarında uzun süren bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga 1814 Vaterlo savaşından sonra Napolyon'un diğer sömürgeci güçleri yenilgiye uğratmasının ardından imzalanan anlaşmayla Senegal topraklarının, hâkimiyet sınırlarını genişleten Fransa'ya bırakılmasıyla sona erdi. Fransız sömürgeciler Moritanya'yı ele geçirmek için 19. yüzyılda birçok kez saldırılar düzenledilerse de başarılı olamadılar. Ama bu işi fitne yoluyla başarabildiler. Fransız sömürgeciler bazı fırsatları kullanarak birtakım kabile başkanlarıyla ilişki içine girdiler ve bu ilişkiler sonunda Araplarla Berberiler arasına düşmanlık sokmayı başardılar. Bunun üzerine çıkan Arap - Berberi kavgasından yararlanan Fransız sömürgeciler 1903 yılında Moritanya'nın Trarza bölgesini ele geçirdiler. Sonraki yıllarda da saldırılarını sürdüren Fransızlar 1920'de Moritanya'nın tamamını işgal ettiler. İşgalden sonra Moritanya, sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika'sının bir eyaleti oldu. Fransızlar Moritanya'yı işgal ettikten sonra ülkenin her tarafına yaydıkları misyonerler vasıtasıyla geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak dinlerine son derece bağlı olan Moritanya Müslümanları arasında Fransızların saldığı Hıristiyan misyonerler hiçbir başarı elde edemediler. Moritanya halkı işgal yönetimine karşı sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadelede bazı tarikat şeyhlerinin ve din alimlerinin önemli etkinlikleri oldu. Bağımsızlık mücadelesi 1958'de oldukça etkili duruma geldi. Fransa yönetimi, 5. Fransız Cumhuriyet Anayasası'nı kesinlikle reddeden Moritanya'ya Fransız Milletler Birliği içinde bağımsız bir üye statüsü verdi.

Nijer

Nijer toprakları 19. yüzyılın sonlarında Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi ve 3 Ağustos 1960 tarihine kadar Fransız işgalinde kaldı. Fransız işgalciler diğer Afrika ülkelerinde başvurdukları baskı ve Hıristiyanlaştırma uygulamalarına aynen Nijer'de de başvurmuşlardır.

Senegal

Bugünkü Senegal topraklarında, sömürgecilerin bölgeye girmelerine kadar Murabıtlar devleti hüküm sürüyordu. Bu devletin hakimiyeti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar sürdü. Bu paylaşımda bugünkü Senegal toprakları Fransız sömürgecilere düştü. Fransızlar 1904'te bugün Senegal'in başkenti olan Dakar'ı Fransız Batı Afrika'sının merkezi yaptılar. Bu şehri hem Batı Afrika'daki hâkimiyet sınırlarını genişletmek için bir hareket merkezi, hem de bir ticaret merkezi haline getirdiler. Senegal halkı Fransız işgaline başından itibaren karşı çıktı. Bazı Müslüman liderlerin öncülüğünde değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Ancak Fransız sömürgeciler ellerindeki teknik imkânları kullanarak bu ayaklanmaları bastırdılar. Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Senegal'de de hâkimiyetlerini sağlamlaştırabilmek amacıyla geniş çaplı Hıristiyanlaştırma faaliyetleri başlattılar. Ancak bu konuda hiçbir başarı elde edemediler. Ülkede kurulmuş olan İslâmî eğitim kurumlarının ve Müslüman ilim adamlarının gösterdikleri gayretlerin, Hıristiyanlaştırma çalışmalarının sonuçsuz kalmasında önemli etkinliği olmuştur. Senegal'e 1958'de Fransız Uluslar Topluluğu'na bağlı özerk bir cumhuriyet statüsü verildi. [3]

Tunus

Tunus, 12 Mayıs 1881'de Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar ülkeye "yüksek komiser" dedikleri genel vali tayin ederek yönetmeye başladılar. Fransızlar işgal ettikleri bütün diğer ülkelerde başvurdukları zulüm uygulamalarına burada da başvurdular. Bu zulme karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu. Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus'ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Dustur Partisi adında bir siyasi parti kuruldu. Ancak Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelelerini kendi kontrollerine almak için başvurdukları sinsi oyunlara burada da başvurarak kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba'yı bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başardılar ve ona Yeni Dustur Partisi adında bir parti kurdurdular. Habib Burgiba başlangıçta İslâmcı düşünceyi destekliyor, camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında İslâmî kavramlar ve özellikle cihat konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, bir Fransız ailenin yanında büyümüş ve Fransa'da hukuk öğrenimi görmüş biriydi. Fransızlar Burgiba'yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 - 36 ve 1938 - 42 yılları arasında hapse de attılar. Burgiba sinsi politikasına dış destek bulmak amacıyla 1945'te Fransız işgal yönetiminden kaçtığı görünümü vererek Kahire'ye geçti. 1949'a kadar Kahire'de kalarak bu dönem içinde Arap ülkeleri başta olmak üzere İslâm ülkelerinin desteğini sağlamaya çalıştı. Tunus'a dönüşünden sonra halkı isyana teşvik eden Burgiba bu arada Fransız işgalcilerin Tunuslu Müslümanları kırıp geçirmeleri için gerekli şartları oluşturuyordu. Sonuçta Fransızlar kendi adamları olan Burgiba'nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956'da işgale son vererek Tunus'un bağımsızlığını tanıdılar. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus cumhurbaşkanlığına getirildi. Ancak tutumunu birden bire değiştirerek İslâm aleyhtarı bir siyaset izlemeye başladı. Partisinin adını Sosyalist Dustur Partisi olarak değiştirdi. Zulüm uygulamalarına da Fransızların kaldığı yerden üstelik her geçen gün biraz artırarak devam etti.[3]


bura

19.2.10

bura

XVI. Yüzyılda Osmanlı Astronomosi Ve Kuruluşları

XVI. Yüzyılda Osmanlı Astronomisi ve Müesseseleri

Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi


XVI yüzyıl Osmanlı Devleti'nin her alanda zirveye ulaştığı bir asırdır. Bir taraftan sınırları üç kıtada en son noktasına varmış, karada ve denizde zamanının en güçlü ordularını meydana getirmiş, diğer taraftan sahip olduğu düzenli gelirler ve sağlam ekonomi ile belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. XVI. yüzyılda böylesine maddi bir kudreti yakalayan Osmanlı Devleti, bilim, kültür ve sanatta da en mütekâmil dönemini yaşamıştır. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.

XIV. yüzyılın başında İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra İstanbul'da tesis ettiği Semaniye Medreseleri ile devam eden ve yine İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medreseleri ile tam anlamıyla yerleşen Osmanlı yüksek eğitim sistemi, artık en olgun noktasına varmıştı. Fatih edreselerinin kurulmasıyla astronominin de içinde bulunduğu akli ilimlerin eğitimi medrese tahsilinin bir unsuru haline gelmiştir. Diğer taraftan, klasik İslâm biliminin Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi ana bilim geleneklerinin birikimleri İstanbul'a aktarılmıştı. Böylece İstanbul, İslâm dünyasının sadece siyasî başkenti olmasının yanında aynı zamanda bilim ve kültür başkenti de olmuştu. Osmanlı âlimleri de devraldıkları klasik İslâm bilimini geliştirmiş ve üzerine orijinal eklemelerde bulunmuşlardır.

Bu yüzyılda ilmi müesseseler yönünden de bir klasikleşme müşahede edilmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz medreseler son hâlini almış ve Dârültıp Medresesi tesis edilmiştir. Aynı durum astronomi müesseseleri için de söz konusudur.


bura
bura

Nusayri İnancı NedirAleviler ,Nusayri Namazı Hakkında Makale

Can dostlar. Nusayri namazı ve Arap Alevî şeyhleri için yazışmalar olmuş. Bir kısmını okudum; hepsini okuyamadım. Herkeste "Ehl-i Beyt" sevgisine bir susuzluk gördüm; ama yazılanlar, yalnız sohbet. Yetkililer tarafından yazılmamış. Yazanlar, duyduklarını yazmışlar ve bazıları, hadlerini aşmışlar bilgeler. Oruç tutmuş, oruçlarını bozamıyorlar.Orucun nedeni ise Kur'an diyor ki; «Allah, bir şey dilerse, 'ol' der; o da olur.»

Kur'an Arapçasında (İze rade gala şey yekul lehü kün fa yekün) ve yine Allah, Kur'ân'da; «Dileseydim, sizi bir taife yaratırdım. Sizi kabileler ve uluslar olarak yarattım, tanışıp anlaşasınız diye.» Onun için Alevi Nusayri, Allah'ın tüm yarattıklarını yaratandan ötürü sever Allah; sevmiş, yaratmış, onları olduğu gibi sever. Onları olduklarından ve yaratılışlarından dolayı onları değiştirmeye kalkmaz ve Alevî yapmaya uğraşmaz. Öyle bir şeye kalktığı zaman, Allah'a karşı isyan ve savaş demektir. Herkes, nasibini bu dünyada alacak. Onun için kimseyi kazanmak istemediği için bildiklerine oruçlu. Arap Alevî şeyhleri, devletten maaş almıyorlar. Devlet, verse bile almazlar ve bir cenaze olduğu vakit, Hz. Muhammed'in yaptığını yaparlar; cenazeyi yıkarlar, cenaze namazını kılarlar, defin olurken Kuran okurlar ve talkımını verirler. Akşam, cenâze evine giderler, Kurân okurlar, dua ederler. Ertesi gün, sabah erkenden mezara yine ölü yakınları tarafından götürülürler. Kurân okurlar. Akşam, yine gelirler. Evde Kurân okurlar. Eskiden, bu, 7 gün devam ederdi. Şimdi, 3 güne indirmişler ve bütün bunlar için hiç para almazlar. Cami imamı gibi sigortalı ve maaşlı değiller. Bir de cami imamına git Kurân okutacam de bakim, duyuyoruz 100 YTL peşin almadan gelmiyor Alevî imamlar, peygamberlerin bâkiyesi ve mirasçılarıdır. Kurân, onlar; onlar, Kurân. Birbirlerinden havuza kadar ayrılmazlar ve ellerini gökyüzüne açarlar ve Allah'a böyle nidâ ederler; «Allahım, bana bu makâmı nasip et; ama beni ona muhtaç etme.» Onun için Tevrat ve Kuran emri olan zekatı sağ eli ile alırlar. Ne olduğunu bilmeden; sağ el, sol ele verir. Sol el, zekatı fakirlere sadaka diye verir ve bunlardan Kur'ân, böyle zikir ediyor; "Ellezine yüvresüne elgılm" ve çoğu işadamı, esnaf, sanatkar, çiftçi ve de işçi. Hepsinin başka işleri var ve inançlarında samimidirler. Onun için yüzyıllarca süren baskı, tehdit ve rüşvetlere rağmen; bugüne kadar dimdik gelmişler.

Anadolu Bektaşi Alevileri de Nusayri'dir. En büyük ozanların şiirlerine bakın; kaç tanesinde; "Nusayri'yem Nusayri." diyor.Bektaşiliğin menşei, Ahmet Yesevî dergâhıdır. Ahmet Yesevi, Halep'ten Horasan'a giden Yusuf El-Hamadânî'den el almış. O da Nusayrî idi ve de bakın, ulu ozan, bilge Virânî, ne diyor (Allah sırrını kutsasın.)

Virâne'den...

«Gel istersen saadet sonu hayrı
Nazar kıl can gözüyle gör bu sırrı
Gözün aç bak ne var alemde ayrı
Hemen-dem Şah'ı gör, hiç görme gayrı

Nusayri'yem Nusayri'yem Nusayri
Ne ölmüşem ve ne sağım ne sayrı

Virani'yem, bu yolda can nisarem
Ali'ye aşk ile akl ile yârem
Nusayri'yim ki bu kula uyarem
Gerek zerre vü zerre olsa parem

Nusayri'yem, Nusayri'yem Nusayri
Ne ölmüşem ve ne sağım ne sayrı»

Bir de ismini hatırlamayacağımi, 1600 yıllarında yaşamış bir Bektâşî ünlü ozan, böyle diyor «19 yaşında filandan, yine ünlü bir Bektâşî bilgeden ruhtan doğdum.» diyor.

Ey Nusayriler, hanginiz 15 yaşından sonra 2'nci doğumunu ruhtan ve nurdan yapmamış? Hz İsa, diyor; «Topraktan doğan, toprağındır. Ana ve babadan (biyolojik doğumdan) sonra 2'nci kez nurdan doğmadan, Allah'ın melakütüne giremezsin.» diyor. Düşünün, bu nedir?

Hz Cafer El Sâdık (A.S.)'dan; "lâ tısbekuhun tıhlekün la tıtehellıfu enhüm tıhlekün " Yani; onları geçmeyin helak olursunuz onlara muhalif olmayın helak olursunuz ve bunlar ilmi miras yolu ile alanlardan bahsediyor

Bugünlerde (Allah varlığını daim etsin) Cem TV sayesinde perşembe günü, cuma akşamında ibadet yapıyorlar. Zevkle seyrediyorum. İşte Alevî namazı budur. Kıyam, rükû ve secdeleri ile ehlibeyt namazını icrâ ediyorlar. Allah, kabul etsin VE BU BUZDAĞININ SU YÜZÜNDEKİ KISMIDIR. Bu, görgü cemidir. Bir de buzdağının görünmeyen kısmı var. Umûma kapalı cemleri de varmış, yeni öğrendik. O da bizim ikrar cemimiz olsa gerek. Bektaşiler'de Saz, Söz ve Semah var. Sözler, Ehl-i Beyt'i temcit, tesbih, tezkir ediyor ve ne güzel; Türkçe Kur'an okuyorlar.

Nusayrîler de aynı şekilde namaz kılar. Yalnız saz ve semah yok. Yalnız söz var. Namazlarında %25 Ehl-i Beyt'i tesbih, tezkir, temcid var. Diğer %75, Ehl-i Beyt'i işaret eden Kur'an okurlar, tabii Arapça bildikleri için Arapça ibadet ederler. Anadolu Aleviliği ile hiç bir fark yok. Saz ve semahın dışında Hz. Davud da sazla ibadet ederdi. Nusayri namazı Kuran'ın 28 ayetinde zikir edilmiştir ve Kur'ân'da Nusayri namazından başka hiç bir namaz zikredilmemiştir. Kur'ân'dan (Ellezini yikumo elsalat ve yü'tü el zekat ve mimme rezeknehüm yınfikun) Bu âyet, Kuran'da 28 yerde var. Anlamı, namazı kılarlar, zekatı verirler ve vermiş olduğumuz rızklardan nifak ederler. Nusayriler, bunu icrâ ediyorlar. Namaz kılarken, secdede iken, din adamlarına Kuran'ın emri olarak zekatı veriyorlar ve sadakayı aynı şekilde varsa isteyene veriyorlar ve cem dağılırken Allah'ın vermiş olduğu nimeti lokmayı fakir zengin demeden dağıtıyorlar ve bu dağıtımda benlik kibirlik yok. Tıpkı ölüm gibi, bu dağıtımda herkes eşittir. Kerbela gâzisi dördüncü imam, bâtın aleminin padişahı iki boyutun efendisi Hz Ali Zeynel Abidin'den zâhiri bir şiir. Arapça bilenlere ithafımdır. Bilmeyenlere elimden geldiğince tercüme etmeye çalışacağım

Bu şiir, İmam Ali Zeynel Abidin (A.S.)'e aittir.

اني لاكتم من علمي جواهره
كي لايرى العلم ذو جهلا فيفتننا
وقدتقدم في هذ بوالحسن
على الحسين ووصى من قبله الحسنا

ياربي جوهر علمي لو ابوح به
يقال لي انت ممن يعبد الوثنا
ولاستحلوا رجالا مسلمون دمي
يرون اقبح مايئتونه حسنا

Muhakkak ilmimin cevherlerini saklıyacağım
Eğer ilmimi câhil görürse fitne yapar
Ve bunda daha evvel Ebu'l hasan ( Hz Ali)
Hüseyin'e vasiyet etti ve daha evvel hasana

Ya Rabbi, eğer ilmimin cevherini açarsam
Bana, "sen putlara tapanlardansın." derler
Ve Müslümanlar, kanımı helal ederlerdi
Ve yapacakları en büyük çirkinlik, kendilerine güzel olurdu


Bakınız, Hz.Muhammed evladı 4. imam ne diyor. Kendisinin sırrı olduğunu ve babasının amcasının ve iki dedesinin yani Hz. Ali ve Hz. Muhammed'in sırlarının olduğunu söylüyor. Bu sır yüzünden mi Alevilerin yakılmasına kadar varan bu fitne, bu şiirde saklı olabilir mi?

Bugün Irak'a bakın. Samara'da Müslümanlar, 10-11-12- imamların makamlarını yıkmışlar, 4'üncü İmam diyor, Müslümanlar'ın bana yapacakları kötülük, güzel görünürdü onlara. S.Arabistan'da 2'inci İmam Hz. Hasan, El-Müctebe, 4'üncü İmam Hz Ali Zeynel Abidin, 5'inci imam Hz İmam Muhammed bakır, 6'ıncı İmam Cafer El-Sâdık'ın makamları yerle bir edilmiş yıkılmış Müslümanlar'ın peygamberlerinin çocuklarına yaptıklarına bakın. Bu kin, neden Ehli Beyt'e ve dostlarına bu kadar. Hz Muhammed'den hâdis; "Ehl-i Beytim'e; yâni mâsum imamlara ve mirasçılarına ancak veled-i zina hakaret eder." Ebu Müslim, Sahih-i Buhârî'de bu hadis var.

Pir sultandan bakın ne diyor

Allah bir Muhammet Alidir Ali
Gel Muhammet Ali katarına gel
İsmin bu cihanda doludur dolu
Gel Muhammet Ali katarına gel

Serseriye sır kapısı açılmaz
Mürşit olmayınca müşkül seçilmez
Kılavuzsuz yedi derya geçilmez
Gel Muhammet Ali katarına gel

Gizlidir gizliden haber alınmaz
Gönle girmeyince sırlar bilinmez
Benlik ile Hakka kulluk olunmaz
Gel Muhammet Ali katarına gel

Dökme bir su ile g6nül alınmaz
Faraş ile süpürgesi görünmez
Kul olmayınca sultanlık bilinmez
Gel Muhammet Ali katarına gel

Pir Sultan'ım münkir yola gelir mi?
Kaplumbağa uçup menzil alır mı?
Hiç mürşitsiz kişi Hakkı bilir mi?
Gel Muhammet Ali katarına gel

Bu Nusayri felsefesi değil mi Can dostlar

Muhabbet kapısın açayım dersen
Açan da açtıran Ali'dir Ali
Hakkın cemalini göreyim dersen
Gören de gösteren Ali'dir Ali

Muhammet Mustafa cihan serveri
Miraçta açıldı bu yolun sırrı
Kimse bilmez idi Ali'den gayrı
Bilen de bildiren Ali'dir Ali


BOSNAVİ'DEN

Muhabbet kapısın açayım dersen
Açan da açtıran Ali'dir Ali
Hakkın cemalini göreyim dersen
Gören de gösteren Ali'dir Ali

Muhammet Mustafa cihan serveri
Miraçta açıldı bu yolun sırrı
Kimse bilmez idi Ali'den gayrı
Bilen de bildiren Ali'dir Ali

Derviş ol hey kardeş düşme inada
Safi kıl gönlünü olasın sade
Benliği terk edip eriş murada
Eren de erdiren Ali'dir Ali

Münkirin askeri Şam'a dizildi
Mümin olanlara name yazıldı
Kırkların ceminde engür ezildi
Ezen de ezdiren Ali'dir Ali

Muhammet Ali'dir kırkların başı
Onu bilmeyenin nic'olur hali
Bosnavi akıttı gözünden yaşı
Akıp akıttıran Ali'dir Ali


4 Kitap, onlar için haktır ve ayrım yoktur. Kurân, tüm kainatı içene alan kutsal kitaptır. 4 kitabı ilim olarak derinliğine inerek kainatı kavrarlar zahirde ki ilim amel etmek içindir. Asıl olan, Batıniliktir. Batınilik, kainatı kavramak için gerekli olan anlayıştır. Nitekim, USUL-Ü DİN'DE CAFER-İ SADIK (A.S), şöyle buyuruyorlar: «Dinde derinliğe inmeyenleri elime bir kırbaç alıp kırbaçlamak isterdim.»

HZ ALİ-M, der ki «Herkesin nefsi, kendine yeterdir.» Bu, ne demek? Herkesin içinde bir cevher var. Yaradılışta ALLAH'IN vermiş olduğu cevher; fakat bu zahiri şeylerle anlanmaz. Kuran, zahirde sadece olayları anlatan bir roman gibidir. Batıni ilmi ne girdiğinizde olaylar ve hikmetler değişir. İste o zaman ilim kapısından girebilirsin. Hz. Ali; Bu kapıdır, o kapıya girmek içinde bir kapı lazımdır.O kapı, sırdır o kapı içinde hikmet ilmi lazımdır. Kısacası sır içinde sır, sır içinde sır, sır içinde sır, sır içinde sır... O sırrın içinde nûr, nur içinde nur, nur içinde nur, nur içinde nur... O nurun içinde nur ala nur, onun içinde El-Alim, El-Alim, içinde Aliyyü Azim, onun içinde Er-Rahman, onun içinde Er-Rahim, onun içinde El Meliku, onunda içinde El-Zahir, El-Batın ve esmaül hüsna. YA ALLAH

BU SİTEDE, HZ ALİ'YE YER VERMİŞSİNİZ. HÜDDAM DENEN ŞEYİN KÖTÜLÜĞÜNÜ YAZMIŞSINIZ. HELAL OLSUN! BUNU BİZ ANLATAMIYORUZ KİMSEYE, İLİM SANIYORLAR, HAVAS İLMİ SANILIYOR VE HZ ALİ'Yİ DE KARIŞTIRIYORLAR İLİM DİYE; HALBUKİ ALAKASI YOK, EBCED VE CİFİR VARDIR.

Ebced, sünnettir. Cifiri kimse çözemez. İstese de çözemez. 1000 çeşit hesabı vardır. Arapça değil, bir çok dili iyi bilmek gerekir.

BU ARADA EBCED TABLOSUNDAKİ SAYI DEĞERLERİNDE HATA OLABİLİR BENİM HESAPLAMAMDA YAY ÇIKIYOR AKREP ÇIKMASI GEREKİYORDU. ŞÜPHELENDİM, HESAPLADIM, EVET HATALI. DOĞRUSUNU BULURSAM YOLLARIM.

iyi çalışmalar

Nusayri yazınızı düzeltin lütfen

İrfan Nusayri

Benzer Eleştiri:
"Nuseyrilik" ve "Alevilik" Makalelerine Eleştiri

www.gizliilimler.tr.gg Admin Notu

Öncelikle yazınız için teşekkür ederim. Bu sitedeki yazılara katılmadığınızı düşünüyorsanız; katılmadığınız noktalarla ilgili yazınızı yazıp bana gönderebilirsiniz. Hangi dinden, hangi inançtan olursanız olun, bu; benim garanti ettiğim SAKLI hakkınızdır. Ama lütfen, X yazısını B yazısını düzeltin türünden isteklerde bulunmayın. Tabii o yazıda bir inancı KÜÇÜMSEME, bir dine ve o dinin mensuplarına HAKARET ETME gibi gözümden kaçmış olabilecek istisnalar dışında. Bu sitenin retoriği şudur: Ali Şeriati'nin dediği gibi; GERÇEK DAVA ADAMI, KARŞISINDAKİ İNSANIN ZIT FİKİRDE YA DA FARKLI İNANIŞTA OLSALAR BİLE FİKİRLERİNİ ÖZGÜRCE SÖYLEMESİNE ZEMİN HAZIRLAYAN İNSANDIR. Fikirsel kabilecilik (A kabilesi, B kabilesi vs) ayrımına girişmeden, her fikir ve her fikrin mensubu; Türkiye Cumhuriyeti anayasasına uygun olmak koşuluyla burada düşüncelerini özgürce belirtebilir; ya da Dinler Tarihi kategorisinde inancıyla ilgili YANLIŞ BİLİNENLER hakkında kendi bakış açılarını yansıtan yazılarını bu sitede paylaşabilir. Ama diğer ziyaretçiler tarafından da ELEŞTİRİLEBİLME unsuruna da saygı duyarak.

Elbetteki eleştiri, fikirlere ve akıl yürütmeye değil; metoda dayanmalıdır. Yoksa, şu fikir çok saçma; şu inanca nasıl oluyor da inanabilenler var gibi kısır döngüden başka hiçbir şeye yaramayan mesajlara asla müsamaha göstermeyeceğim.

Sağlıcakla kalın.


bura
bura

Çevre Kirliğinin Önlenmesi,Çevre Kirliliği Çeşitleri Sınıflandırılması


Öncelikle Müslüman olarak ve yüzde yüze yakın müslüman olan ülkede yaşayan insanlar olarak temizlik açısından tüm dünyaya örnek olmamız gerekirken oldukça pis ortamlarda yaşıyoruz bu bir özeliştiri olarak almamız lazım kendimize...Müslüman herşeyden evel temiz insandır bunu kendimize ilke edinip vucut temizliğimizden tutunda çevre temizliğine kadar herşeyde örnek olmalıyız....

A. Çevre Kirliliği

Her türlü madde ya da enerjinin doğal birikimin çok üstündeki miktarlarda çevreye katılmasına çevre kirliliği denir.

İnsan milyonlarca yıl evvel dünya üzerinde yaşamış ve bulunduğu çevreyi de kendi arzusuna göre değiştirmeye başlamıştır. Bilhassa 20.yüzyıldan sonra artan nüfus, ulaşım, sanayinin gelişmesi ve insanın bir anlık para kazanma hırsı ile birey çevresini unutmuş ve kirliliğe terk etmiştir.

Kirlenme, kirleticilerin etkilediği ortamın niteliğine göre; hava, su ve toprak kirlenmesi olarak sınıflandırılır.çoğu kirletici, aynı anda birden çok kaynağı etkileyebilir.çevre kirliliği canlılar içinde en çok insanları etkilemektedir.böylece insanoğlu dolaylı yoldan kendine zarar vermiş olur. Çünkü; insan doğaya değil doğa insana sahiptir. İnsan doğaya zarar verince içinde bulunduğu halkaya zarar vermiş olur.

B. Çevre Kirliliğinin Sınıflandırılması

Çevrenin temel unsurlarından olan doğa, kendine has fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklere sahiptir. Bu özelliler dikkate alındığında çevre kirliliği şu bölümlere ayrılır:

B. l. Fiziksel Kirlenme

Çevreyi meydana getiren toprak, su ve havanın fiziksel özelliklerinin tamamının veya bir kısmının insan, hayvan ve bitki sağlığını tehdit edecek, olumsuz yönde etkileyecek biçimde bozulması ve değişmesi olayıdır. Örneğin; çeşitli fabrika atıklarının akarsu ve göllere boşaltılması, doğal erozyon ile toprakların göl ve denizlere taşınması açık kahverenginden, kırmızı siyaha kadar değişen renk almasına neden olmaktadır. Bu olay suların fiziksel kirlenmesidir.

B. 2. Kimyasal Kirlenme

Doğal çevreyi oluşturan toprak, su ve havanın kimyasal özelliklerinin canlıların hayati faaliyetlerini ve aktivitelerini olumsuz yönde etkileyecek biçimde bozulmasıdır. Örneğin; çeşitli fabrika katı ve sıvı atıklarının verimli tarım arazilerine veya akarsu ve nehirlere boşaltılması söz konusu tarım topraklarının, akarsu ve göllerinin zararlı ağır metallerle kirlenerek kimyasal kirlenmeye maruz kaldığım gösterir.

B. 3. Biyolojik Kirlenme

Doğal ortamı oluşturan toprak, hava ve suyun çeşitli mikroorganizmalarla kirlenmesi ve dolayısıyla mikrobiyolojik yapının bozulması mikrobiyal kirlenmeyi, aynı ortamların mikroorganizmalarla kirlenmesi ise biyolojik kirlenmeyi tanımlar. Örneğin, tarım alanlarının kanalizasyon suyu ile sulanması veya kanalizasyon sularının akarsu, göl ve denizlere boşaltılması ile kanalizasyon sularında bulunan hastalık yapıcı mikroorganizmalar toprağa, suya ve atmosfere geçerek bu ortamların mikrobiyolojik kirlenmesine yol açar.

C. Çevre Unsurlarına Göre Çevre Kirliliği

C. 1. Toprak Kirliliği

Toprak kirliliği, bilindiği gibi temizlenmesi en zor,bazense hiç mümkün olmayan tehlikeli bir ortam yaratır. Hayvan dışkısı mezbahalardan ve her türlü ekin biçme etkinliğinden gelen atıklar, toprak kirlenmesinin en önemli kaynağıdır. Bilinçsizce yapılan ilaçlama ve gübreleme, kaliteli ve birinci sınıf toprakların yerleşim ve endüstri için kullanıma açılması, toprak kirliliğini hızlandırmıştır. Pek çok kimyasal madde içeren tarım ilaçlarının (örneğin böcek öldürücüler, ot öldürücüleri, mantar ilaçları) su ve toprak kirlenmesinde önemli payı vardır. Toprağın yapısı bilinmeden yapılan gübreleme ve zararlılara karşı yapılan mücadelede kullanılan tarım ilaçlarının fazlası, bitki ve canlılara zarar verdiği gibi, yağmur suları ile içme ve kullanmayla yer altı su yastıklarına karışmakta hatta denizlere kadar sürüklenerek su kirliliğine neden olmaktadır. Erozyonla çok miktarda tarıma elverişli toprak kaybı söz konusudur. Verimli toprağın yok olmasından dolayı tarımsal üretimdeki düşüş, kalite bozulması, vitamin zincirindeki eksikliklerin yanı sıra erozyonla taşınan topraklar denizlerde ve akarsularda bulanıklık oluşturarak su içi ekolojik dengeyi de etkilemektedir.

Arazinin iyi ağaçlandırılmaması ve ormanların kaçak olarak kesilerek tarım alanı haline getirilmesi erozyona sebep olmakta, bu da dolaylı yoldan su kirliliğini oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra sağlık sorunlarının da ortaya çıkması canlı yaşam için ciddi problemler oluşturmaktadır. Ancak makro ölçeklere bakıldığı zaman, insanların hızlı bir şekilde yüzey şekilleri üzerinde değişikliklere sebep oldukları görülmektedir.

Aşınma sonucu biriken tortular, toprağın bozulmasına yol açan bir başka etmendir.
Endüstri devriminin hızlanması ile bölgeler üzerinde şu değişimler hızla meydana gelmiştir.

  1. Bitki örtüsünün kalkması
  2. Arazilerin yanlış kullanıma açılması
  3. Ararsal yayılmalarının hızlanması
  4. Erozyonun hızlanması
  5. Flora ve faunada hızlı değişimler

C. 2. Hava Kirliliği

Hava, dünyayı çepeçevre saran gaz tabakasıdır. Hava canlılar için çok önemli bir gaz karışımıdır. Havanın kirletilmesi ise bütün canlıların yok olması demektir.

Hava kirliliği, havayı oluşturan gaz maddelerinin oranlarının değişmesi ve zehirli gazların aşırı birikmesi olayıdır. Hava kirliliğine yol açan beş temel madde; karbon monoksit, parçacık halindeki maddeler, kükürt asitleri, hidrokarbonlar ve azot oksitlerdir. Başlıca kirlilik kaynakları; motorlu taşıtların, enerji santrallerinin, sanayi tesislerinin, konut ısıtma sistemlerinin yakıt artıklarıdır. Ayrıca çöplerin, kömür atıklarının, tarıma elverişli toprak kazanmak amacıyla doğal çevrenin yakılması da benzer sorunlara yol açar. Dünyada nüfusun hızlı bir şekilde artması taşıt ihtiyacını da artırmıştır. Otomobil, uçak, tren, vapur gibi nakliye ve yolculuk vasıtalarından çıkan gazlar, hava kirliliğinde önemli rol oynamaktadır.

Evlerden ve fabrika bacalarından çıkan gazlar havayı kirleten faktörler arasındadır. Kentsel bölgelerdeki hava kirliliğine yol açan bir başka önemli madde de kurşundur. Kurşun, sanayi tesislerinden, zararlı canlılarla mücadelede kullanılan kimyasal maddelerden çıkar. Kirleticiler dışında bazı doğal etkenler de hava kirlenmesine yol açar. Güneş ışığındaki morötesi ışınlar hidrokarbonlarla ve azot oksitleriyle birleşerek fotokimyasal sis oluştururlar, ve bu da sıcaklık terselmesi (Özellikle kış günlerinde hava hareketlerinin olmadığı zamanlarda çevredeki soğuk hava çukur alanlara yığılır. Bu durumda, yere yakın kısımlarda hava soğuk, üst kısımlarda ise daha sıcaktır. Bu nedenle genel durumun tersine, yerden yükseldikçe hava sıcaklığı belli bir yüksekliğe kadar artar: İşte bu olaya sıcaklık terselmesi denir. Bu durumda, yere yakın alanlarda yoğunlaşan soğuk hava, bazen bir sis tabakası oluşturarak hava kirliliğinin artmasına sebep olur.) dönemlerinde atmosfer durgunluğuna neden olur.

Havada kirlenmeye yol açan maddelerin insanlar üzerinde çeşitli etkileri vardır. Havadan solunan karbon monoksit, kandaki oksijenin yerini alarak, vücuttaki hücrelere taşınan oksijen miktarının azalmasına yol açar. Kükürt oksitleri, solunum borusu ve akciğer dokularını etkileyerek, solunum sisteminde geçici ya da kalıcı rahatsızlıklara yol açabilir.

Başka pek çok kirletici de, etkileri doğrudan ya da kısa sürede gözlenememesine karşın, halk sağlığı konusundaki kaygıların giderek çoğalmasına neden olmaktadır.

Ulaşımın ağırlıkla karayolu trafiğine dayandığı Türkiye’de özellikle büyük kentlerde hava kirliliği önemli bir sorun durumundadır. Batı yönü dışında tümüyle dağ ve tepelerle çevrili Ankara, bu konuda çarpıcı bir örnektir. Sık inşa edilmiş binalarla dolu olan, değişik kömür ve akaryakıt türlerinin yakıldığı kentte kışlar büyük bir kirlilik içinde geçer.

Hava kirlenmesinden kaynaklanan ve 1980’lerin ortalarında gündeme gelen bir başka önemli tehlike de atmosferdeki ozon katmanının (tabakasının) incelmesidir. Havalandırma sistemlerinde, spreylerde, otomobillerde ve buzdolaplarında kullanılan kloroflorokarbon kökenli kimyasal maddelerin yol açtığı delinme, kutup bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Yeryüzüne ulaşan morötesi ışınların zararlı etkilerini azaltan ozon tabakasının delinmesi, bazı uzmanlara göre 20-30 yıl içinde etkisini gösterecek, yeryüzünde 40 milyon dolayında insanın cilt kanseri olmasına ve yalnızca ABD’de yaklaşık 800 bin kişinin ölümüne yol açacaktır. Bazı uzmanlar bu tahminlerde büyük yanılgı payı olduğunu öne sürmekte ise de, ozon katmanının delinmesinin yeryüzü için büyük bir tehlike oluşturduğu üzerinde herkes aynı düşüncededir.

C.3. Su Kirliliği

Doğal olarak kirlenmemiş bir su ortamında bulunan canlılar o su ortamıyla belirli bir denge içindedirler. Dıştan gelen herhangi bir olumsuz etken (bu etken suya karıştırılan bir kirletici olabilir) o ortamdaki doğal dengeyi bozabilir. Toplumun yapısı değişip kentleşme ve endüstrileşme süreci geliştikçe, su kaynaklarının çok yönlü kullanımı artmakta ve karmakarışık bir hal almaktadır. Örneğin toplumların yaşama düzeyi yükseldikçe kişi başına kullanılan su miktarı arttığı gibi, teknolojik gelişmeye bağlı olarak etkileri henüz bilinmeyen pek çok kirletici de sulara karışmaktadır. Bunun sonucunda su kaynaklarının sulama, su ürünleri, dinlenme, spor gibi amaçlarla kullanılabilirliği azalmaktadır.

Su kirliliği ayrıca, göllerin yaşlanmasına ve kurumasına yol açan ötrafikasyonu hızlandırır. Böylece suyun çeşitli amaçlarla insanlar tarafından kullanılması da kısıtlanmış olur. sanayi atıklarının, böcek ilaçlarının ve öteki zehirli madde atıklarının, sudaki çözünmüş oksijeni tüketmesi, balıkların kitle halinde ölümüne neden olur.

Tarım ilaçları, böcek öldürücüler ve kimyasal gübreler de su kirlenmesinde önemli rol oynarlar. Bu tarım atıklarının etkileri, kentler ile kentlerin çevresinde yoğunlaşmış yerleşim birimlerinin atıkları kadar büyük boyutlarda olmamasına karşın önemli kirleticilerdir.

Evlerden, ticaret ve sanayi kuruluşlarından kaynaklanan kanalizasyon atıkları su kirlenmesine yol açan başlıca etkenlerdendir.

Sudan yararlanan sanayi kuruluşları da bir dizi değişik etkisi olan kirleticilerin sulara karışmasına yol açar. Sanayileşmenin hızla ilerlemesiyle, sanayi atıkları, kanalizasyon atıklarını birkaç kat aşmıştır. Su kirliliğinde en önemli oynayan sanayi dalları, kağıt, kimya, petrol ve demir-çeliktir. Enerji santralleri de büyük miktarda atık ısının sulara karışmasına neden olur. Plastik üretiminde kullanılan maddeler, insan, hayvan ve bitki yaşamı için büyük tehlike oluşturmaktadır.

Türkiye’de Marmara Denizi, Haliç, İzmir ve İzmit Körfezleri, Burdur Gölü su kirliliğinin en yoğun olduğu bölgelerdir. Ama yoğun turizm etkileri ve enerji santrallerinin yapımı Akdeniz kıyılarını da tehdit etmektedir.
Su kirliliğine sebep olan bir başka etken de atık ısıdır. Isıl kirlenme, biyolojik ve kimyasal tepkimeleri hızlandırır ve çözünmüş oksijen miktarının hızla azalmasına yol açar. Su sıcaklığı balıkların yaşamasına olanak vermeyecek düzeye yükselebilir. Bu durum, zararlı alglerin gelişmesine de ortam hazırlayarak, besleyici madde atıkları, deterjan, kimyasal gübre ve insan atıkları gibi kirleticilerin etkisini çoğaltır. Sonuçta, atık ısı, göllerdeki ötrafikasyonu hızlandırır.

Su kirliliğine yol açan etkenleri, kısaca şöyle sıralayabiliriz.:

  1. Tarımsal faaliyetlerin sonucu
  2. Toprak erozyonundan, (doğal kayma ve yapay olgular sonucu)
  3. Bitkilerin çürümesinden kaynaklanan kirlenmeler
  4. Hayvansal atıklar
  5. Tarımsal mücadele ilaçlarından kaynaklanan kirlenme
  6. Endüstriden kaynaklanan kirlenme
  7. Kimyasal kirlilikler
  8. Fizyolojik kirlilikler
  9. Biyolojik kirlilikler
  10. Atmosferik kirlilikler
  11. Zehirli varil veya tehlikeli atıkların gizli gizli gömülmesi veya atılmasından kaynaklanan kirlenmeler.
  12. Yerleşim alanlarından gelen kirlenmeler
  13. Rüzgarın etkisiyle taşınanlar
  14. Endüstri ve evsel atıklar.

Faaliyet gösteren bu taş ocaklarının yakınlarında bulunan yerleşim alanları, taş ocaklarındaki patlatma işlemi sonucunda, gürültü ve sarsıntı kirliliğine maruz kalmakta, kuyu ve dereler taşmaktadır. Patlama ve sarsıntılar sonucunda yöre halkında korku ve huzursuzluklar da meydana gelmektedir. Öneriler: Kayacın patlatılması, kamyona yüklenmesi, ham madde silosuna taşınması, kamyonun malzemeyi boşaltması, kırma işlemleri, bantlarda taşınma, elekleme, mamulün kamyonlara yüklenmesi, kullanım yerine taşınması, çalışan insanların temel ihtiyaçlarını karşılaması vb. işlemler sırasında çevreye verilen zararlı atıkların, çevreye yayılmasının önlenmesi veya en aza indirilmesi amacıyla şu işlemlerin yapılması önerilmektedir; Kayacın patlatılması için patlayıcının çok miktarda kullanılması yerine, çok sayıda yere az miktarda patlayıcı kullanılarak yapılmalıdır.

Malzeme kamyona yüklenmesi sırasında spreyleme yöntemiyle nemlendirilmeli ve mesafe uzaksa kamyonun üzerine branda çekilmelidir. Ayrıca kamyonun ham madde silosuna geçişte kullandığı yol asfaltlanmalı veya toz kalkmasını önleyecek duruma getirilmelidir. Malzemenin ham madde silosuna aktarılması sırasında çıkan tozun en aza indirilmesi için malzeme nemlendirilmelidir. Malzemenin kırılması ve bantlarda eleklere taşınması sırasında çıkan toz ve dumanın önlenmesi amacıyla kapalı sistemler (su pulverizasyon toz indirgeme sistemi) kullanılmalı ve sprey sulama yapılmalıdır. Mamul kamyonlarla taşınırken çıkan toz, duman ve iri taneli malzemenin çevreye yayılmasının engellenmesi için kamyon üzerine branda çekilmelidir. Böylece çeşitli büyüklükteki taşların seyir halindeyken can ve mal güvenliğini tehdit etmemesi sağlanmalıdır. Endemik bitkilerin bulunduğu alanlara yakın yerlerde bu işletmelere izin verilmemelidir.

D. Çevre Kirliliğini Önlemek İçin Alınması Gereken Tedbirler

  1. Sanayi kuruluşları, gürültü sınırlarını normal seviyede tutmalı.
  2. Termik bacanın ses çıkarması engellenmeli.
  3. Kara ve demiryollarının yakınında oturan insanlar gürültü kirliliği konusunda bilinçlendirilmeli
  4. Görüntü estetiğini bozan binalar düzenlenmeli.
  5. Modern toplu konutlar yapılmalı.
  6. Dış görünüşü bakımsız olan fabrikalar kendilerine çekidüzen vermeli.
  7. Termik santral kaldırılmalı.
  8. Yeşil alanlar artırılmalı.
  9. Bir an önce doğalgaz kullanımına geçmeli.
  10. Fabrikalar bacalarına filtre takmalı.
  11. Çukur bölgelerde temiz hava akımını sağlayacak sistemler kurulmalı.
  12. Çevre kirliliği haritası çıkarılmalı.
  13. Hava kirliliği ölçümleri yapılmalı.
  14. Yeşil alanlar artırılmalı.

bura
bura

Türk Ve Yabancı Efsanevî Yaratıklar ve Efsaneler

Bu bölümde Türk ve Dünya folklorundaki efsanevî yaratıklara yer verilecektir. Siz de yaşadığınız bölgede anlatılan "Koncolos, karakoncolos, çay ninesi, çarşamba karısı, Germakoçi" gibi efsanevi yaratıklar hakkında bulunduğunuz bölgenin kültürünü ve halk inanışlarını yansıtan bilgilerinizi bizimle paylaşabilir, büyüklerinizden duyduğunuz anlatı ve söylenceleri bu kategoride yayınlayabilirsiniz. Katkılarınız için Şimdiden Teşekkür Ederim....



bura

9.2.10

bura

Agarta Efsanesi,Agarta Efsanesinin Doğuşu,Efsanevi Sözler

Agarta Efsanesi
Ehil olmayan ellerin açamadığı Agarta ülkesinin kapılarını Tibetliler, kendini bu yolun yolcusu sayan Hitler'in adamlarına bile göstermemiş, yanlış yerlerde oyalamışlar. İşte size Tibet'te, Nepal'de, hatta Rusya'da bile okulları olan Agarta mitinden efsanevi satırlar:
Cennetin basamağı
Lama ezoteriklerine (belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan batıni bilgi, öğreti) göre Agarta (Agarti veya Agartha) cennetin ilk basamağı anlamına geliyor. Bazı kaynaklarda Agarta, Tibet veya Himalayalar'da, bazı kaynaklarda ise Moğolistan'da.
Beyaz Ada, Şambala...
Beyaz Ada, Agarta, Şambala... Bu üç mit adından Avrupa daha çok Şambala Efsanesi'ni biliyor. Bu ad Tibet elyazmalarında geçiyor. Agarta miti Şambala'ya göre daha az biliniyor. Agarta mitini Fransız Aleksandr Sent-İv d'Alveydr ortaya çıkarmış. Ferdinand Ossendovski ise "Vahşiler, İnsanlar ve Tanrılar" kitabında anlatıyor Agarta'yı. Kitap, Moğol lamalarının anlattıkları efsanelerden oluşuyor.
Hükümdarı Brahitma
Moğol lamalarına göre insanların hayatını yöneten bir yeraltı ülkesi var. Bu ülke Agarta diye adlandırılıyor. Agarta'da yaşayan bilge insanlar gizli yollarla dünya işlerini idare ediyorlar. Agarta hükümdarının adı Brahitma'dır. Onun iki yardımcısı var: Gelecekten sorumlu Mahitma ve olmuş olaylardan sorumlu Mahinga.
İnsanlık bankası
F. Ossendovski'ye göre "Yeryüzünde insanlık mahvolduğu, ölüm ve karanlık hüküm sürdüğü zaman" bu ülkenin insanları, yani Agarta'nın insanları yeryüzüne çıkacak. Ve Agartalıların sayesinde insanoğlu yeryüzünde yaşamını devam ettirebilecek.
İki asır uyuyabiliyorlar
Seyyah Ernest Muldaşev, Tibet mağaralarında yaşadığını öne sürdüğü bu uygarlık mensuplarının 200 yıl boyunca uyuduğunu ve uyudukları zaman vücut ısılarının sıfırın altında olduğunu yazıyor. "Bu bilge insanlar çok farkı uygarlığı ve kültürü taşıyorlar. Onların beyni tam çalışıyor. Bunun dışında üçüncü gözleri açık. Müthiş bir beyin gücüne sahipler."
Kun-Lun'un altında
Ossendovski'nin anlattığı Moğol efsanesine göre Cengiz Han, Kun-Lun Dağı'nı (Çin'in batısında, Doğu Türkistan'ın güneyinde) geçerken mağaralarda yaşayan insanlara rastlamış. Bu olayı Orta Asya'yı gezen Marko Polo da günlüklerinde anlatıyor: "Cengiz Han'ın ordusu, Kun-Lun Dağı'na varmak için bir ay kadar yol giderek büyük sahrayı geçiyor. Ve karşılarına bir patika yol çıkıyor. Ama etrafta hiç insan gözükmüyor. Israrlı arayışlardan sonra yol kenarında bir erkeğe rastlanıyor. Cengiz Han'ın huzuruna getirilen adama kim olduğu, ne olduğu soruluyor. O da, 'Ülkemin insanları dağın altındaki derin mağaralarda yaşıyor' yanıtını veriyor."
Yerin gerçek sahipleri
Agarta'da yerin gerçek sahipleri yaşıyor. Onlar bütün bilgilere sahip bilge insanlar. Yüksek bilgisi olmayan kimse Agarta'ya gidemez. Bugüne kadar da kimse Agarta'nın kapılarını bulamamış. Bu gizemli ülkeyi bulmak için Orta Asya'ya birkaç seyyah grup çıkmış. XIX. yüzyıldan itibaren biri gitmiş, biri gelmiş. N.M. Prjevalski, G.N. Potanin, P.K. Kozlova ve N.K. Rerih'in önderlik ettiği keşif grupları Orta Asya'yı Agarta arayışları için boydan boya gezmiş. Ve aşağı yukarı hepsinin günlüğünde yerli halkın anlattığı ziyarete yasak olan sırlı yerler not edilmiş. Yerli halk buradaki bilgelerin Gobi ve Hangay bozkırlarında saklı olduğunu anlatıyor ve ekipleri onlara götürmekten sürekli kaçıyor.
Meğer o da onlardanmış
Agarta gerektiği zaman insanlığı doğru yönlendirmeleri için yeryüzüne kendi bilgelerinden bazılarını göndermiş. Onlardan biri de Apollon'muş. Yunan mitolojisinde müziğin, sanatların ve şiirin tanrısı... Kehanetlerde bulunan bilici tanrı. Zeus ve Leto'nun oğlu, Artemis'in kardeşi.
Yerin anası
N.K. Rerih, Hindistan'da yaşadığı sıralar Agarta'nın sırları için Himalaya Dağları'nı sık sık aşındırmış ve bu resim 1924 senesinde onun tarafından yapılmış. Rerih'in, "Yerin anası" adını verdiği bu tablonun dışında Himalaya Dağları'nı, Tibet'i andıran sıra dışı resimleri var.
Agartalılar Sovyetler'e hayranmış
Agarta yöneticileri, N.K. Rerih'le, 1926 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yöneticilerine haber yollamış: "Biz Himalayalar'dan sizin yaptıklarınızı biliyoruz. Siz dindeki cehaleti yıktınız ve ona yeni anlam getirdiniz. Siz yanlış inançları kaldırdınız. Siz yalanı mahvettiniz ve insanları aklın yoluna getirdiniz. Siz gece canavarlarına, karanlığın sahiplerine kapıları kapattınız. Yeryüzünü para için satılmışlardan kurtardınız. Siz örümcekleri diri diri ezdiniz. Siz çocuklara Kozmos'un gücünü getirdiniz. Devriminizi kabul ediyoruz ve Asya'nın bütünlüğü için size yardım gönderiyoruz. Biliyoruz kurduğunuz yeni sistem 1928-36 senelerinde tamamlanacak. Topluma yarar sağlamak isteyen sizlere selamlar!"
Sol kol Şambala kötüyü barındırıyor
Rene Genon'a göre de, "Gobi felaketinden sonra yüksek bilgi sahipleri olan bu uygarlık Himalaya Dağları'nın altındaki mağaralara yerleşiyor. Bu mağaraların merkezinde onlar iki "yola" ayrılıyorlar: Sağ ve sol kola. "Birinci yol" kendini "Agarta" olarak adlandırıyor (iyiliğin saklandığı yer) ve dünya işlerine karışmıyor. Bu sağ kol. "İkinci yol" Şambala'yı yaratıyor. Rene Genon'a göre bu kötülüğü kendinde barındıran ve dünya işlerini idare eden sol koldur. Ve yerüstündeki maglar, káhinler yalnız Şambala'yla ilişkiye girebiliyor, bilgi alıyor ve işbirliği yapıyorlar. Bunun için ona yeminler ediliyor ve kurbanlar kesiliyor. Agarta ise bütün kapılarını şimdilik yerüstü insanlarına kapalı tutuyor. Zamanı geldiğinde o kötüyle savaşmak için yerüstü insanına kendi askerlerini gönderecek.

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr
bura

8.2.10

bura

Siğil Duaları,Siğillerin geçmesi için Okunacak dualar

Siğiller konusunda doktorların tıbbın çaresiz kaldığını ve doktorların git bi hocaya okut da geçsin dediklerini çevremizden duyuyoruz benimde elimde siğil çıkmıştı ne kadar ilaç aldımsada fayda etmedi daha sonra bir büyüğümüzün tavsiyesi üzerine sarımsak sür geçer demesine sarımsak sürmeye başladım ve 3 güh içerisinde geçti.bu benim bizzat yaşadıığım tespit ettiğim bir yöntem önce bu yöntemi tavsiye ediyorum ancak bu yöntem işe yaramazsa aşağıda internetten bulduğum doğruluğunu tespit etmediğim bir dua var o yöntemi deneyin isterseniz..

SİĞİL- SİVİLCE- ÇIBAN-YARA İÇİN:
1- Peygamberimiz hanımlarından birinin elinde siğil görünce ona şu duayı okumasını tavsiye etmiş ve o hanımı o dertten kurtulmuş. “Allâhümme yâ musağğırel kebiyri ve mükebbires-sağıyri sağır mâ bi”
2- Üç tane kağıt alınıp her birine (ا د ر ى ) yazılır.her bir kağıda bir fatiha üç ihlas okunup siğillere sürülür. Her gün bir kağıt yakılır.
3- İri bir tuz tanesi üzerine bir fatiha üç ihlas okunup siğillere sürülür. Daha sonra bu tuz bir bahçeye gömülür.
4- Sabah kalkar kalkmaz sağ elin işaret parmağı dil ile ıslatılır. Siğil yahut sivilcenin etrafında üç defa daire şeklinde çevrilir. Sonra parmak tekrar ıslatılıp siğil tükrükle yağlanır. Buna bir hafta devam edilir.
5- İğde ağacından besmele ile bir dal koparılır. Ya rabbi bu dal kuruduğu gibi falancanın siğilleride kurusun denip dal bir kenara atılır.
6- Vücudunda sık sık çıban çıkan kimse ikindi namazından sonra buruç suresini okumaya devam ederse bu dertten kurtulur.
7- Kara saplı bir bıçak çıban çıkan yerin üzerine konup kalem suresi 12-20. ayetler 7 defa okunur. Her defasında 20. ayet yedi defa tekrar edilir.her çeşit çıban, yara, ve şişlikler için iyi gelir.
8- Temiz bir tabağa ali imran suresi 151. ayet ile fetih suresinin son ayetleri yazılır. Eğer vücutta çıban yada vücudun dışında yara varsa bu yazı zeytin yağı ile silinip yaraların üstüne sürülür. Eğer yaralar içte ise, o zaman ayetler zemzem, gülsuyu yada memba suyu ile silinir ve su bir kaba konup aynı ayetler 28 er defa okunup üç gün içilir. Hastalığın şiddetine göre bu işlem 3-5-7 defa yapılır.
9- Ssivilce, çıban yada siğil üzerine tâhâ suresi 105,106,107. ayetler okuyarak meshedilir. Veya bu ayetler bir tabağa yazılır. İçerisine bir miktar yağ konur. O yağ ile ma’lul yer üzerine meshedilir.
10- İbadetlerini yerine getiren ve akşamları abdestli yatan bir Müslüman yada bir kuran talebesi sabah kalktığı zaman işaret parmağını tükrüğü ile ıslatır ve her çeşit cilt hastalığına besmele ile sürerse bi iznillah şifa bulur. Aynı şekilde abdestini alıp namaz kılmış yada kurandan biraz okumuş olan kimsede ibadetinden sonra aynı usulü uygularsa Allah’ın izniyle şifa bulur.
bura
bura

Vakıa Suresinin Anlamı,Zenginlik İçin Vakıa Suresi Hadisi

Hadîs-i serîflerde buyuruldu ki:

“Her kim, Vâkia sûresini her gece bir defa okumayi âdet haline getirirse, ömründe fakirlik görmez.”

“Vâkia sûresi zenginlik sûresidir. Onu okuyunuz ve kadinlariniza ve çocuklariniza ögretiniz.”


Abdullah b. Mesûd'u, ölüm hastaliginda ziyâret eden Hz. Osman (r.a): "Sana bir bagista bulunulmasini emredeyim mi?" dedi. Abdullah, buna ihtiyaci olmadigini söyledi. Hz. Osman; "Senden sonra kizlarina kalir" dedi. O zaman Abdullah onu su cevabi verdi: "Sen kizlarimdan korkma. Ben onlara Vâkia sûresini okumalarini emrettim." Ben, Peygamber (s.a.s)'in söyle dedigini isitmistim:

"Her kim her gece Vâkia sûresini okursa, ona fakirlik dokunmaz"

(Ibn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, IV, 282)
bura
bura

Talha Suresi Türkçe,Talha Suresinin önemi,Hz Ömerin Müslüman Oluşu

Sûre ismini başındaki Tâ-Hâ harflerinden almıştır. Hz. Ömer'in bu sûre vesilesiyle müslüman oluşu, İslâm tarihinin önemli bir hatıra sayfasıdır.
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1.Ta, Ha.

2.Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik,

3.'İçi titreyerek korku duyanlara' ancak öğütle-hatırlatma (olsun diye indirdik).

4.Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından bir indirmedir.

5.Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir.

6.Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur.

7.Sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Çünkü şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir.

8.Allah; O'ndan başka İlah yoktur. En güzel isimler O'nundur.

9. Sana Musa'nın haberi geldi mi?

10.Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: "Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum."

11- Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: "Ey Musa."

12- "Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva'dasın."

13- "Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle."

14- "Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Benden başka İlah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl."

15- "Şüphesiz, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim."

16- "Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın."
17- "Sağ elindeki nedir ey Musa?"

18- Dedi ki: "O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var."

19- Dedi ki: "Onu at, ey Musa."

20- Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş).

21- Dedi ki: "Onu al ve korkma, Biz onu ilk durumuna çevireceğiz."

22- "Elini koltuğuna sok, bir hastalık olmadan, başka bir mucize (ayet) olarak bembeyaz bir durumda çıksın."

23- "Öyle ki, sana büyük mucizelerimizden (birini) göstermiş olalım."

24- "Firavun'a git, çünkü o azmış bulunuyor."

25- Dedi ki: "Rabbim, benim göğsümü aç."

26- "Bana işimi kolaylaştır."
27- "Dilimden düğümü çöz;"

28- "Ki söyleyeceklerimi kavrasınlar."

29- "Ailemden bana bir yardımcı kıl,"

30- "Kardeşim Harun'u"

31- "Onunla arkamı kuvvetlendir."

32- "Onu işimde ortak kıl,"

33- "Böylece Seni çok tesbih edelim."

34- "Ve Seni çok zikredelim."

35- "Şüphesiz Sen bizi görüyorsun."

36- (Allah) Dedi ki: "Ey Musa istediğin sana verilmiştir."

37- "Andolsun, Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk."

38- "Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)"
39- "Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için, Kendim'den sana bir sevgi yönelttim."

40- "Hani kız kardeşin gezinip; "Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?" demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, Biz seni tasadan kurtarmış ve seni 'esaslı bir denemeden geçirip-denemiştik.' Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa."

41- "Seni Kendim için seçtim."

42- "Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın
.
43- "İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor."
44- "Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar."

45- Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı 'taşkın bir tutum takınmasından' ya da 'azgın davranmasından' korkuyoruz."

46- Dedi ki: "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum."

47- "Haydi ona gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğulları'nı bizimle birlikte gönder ve onlara (artık) azap verme. Sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun."

48- "Gerçekten bize vahyolundu ki: Doğrusu azap, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir."

49- (Ona gidip aynı şeyleri tekrarladıklarında, Firavun onlara) Dedi ki: "Sizin Rabbiniz kim ey Musa?"

50- Dedi ki: "Bizim Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir."
51- (Firavun) Dedi ki: "İlk çağlardaki nesillerin durumu nedir öyleyse?"

52- Dedi ki: "Bunun bilgisi Rabbimin Katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz."

53- "Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık."

54- "Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır.

55- Sizi ondan yarattık, ona geri vereceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.

56- Andolsun, Biz ona ayetlerimizin tümünü gösterdik; fakat o, yalanladı ve ayak diretti.
57- Dedi ki: "Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun?"

58- "Madem böyle, biz de sana buna benzer bir sihirle geleceğiz; şimdi sen, bir 'buluşma zamanı ve yeri' tespit et, bizim de, senin de karşı olamayacağımız açık, geniş bir yer olsun" dedi.

59- (Musa) Dedi ki: "Buluşma zamanımız, (ülkenin ulusal) bayram günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun)."

60- Böylelikle Firavun arkasını dönüp gitti, hileli düzenini (yürütecek büyücüleri) biraraya getirdi, sonra geldi.

61- Musa onlara dedi ki: "Size yazıklar olsun, Allah'a karşı yalan düzüp uydurmayın, sonra bir azap ile kökünüzü kurutur. Yalan düzüp uyduran gerçekten yok olup gitmiştir."

62- Bunun üzerine, kendi aralarında durumlarını tartışmaya başladılar ve gizli konuşmalara geçtiler.
63- Dediler ki: "Bunlar herhalde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler."

64- "Bundan ötürü, tuzaklarınızı biraraya getirin, sonra gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur."

65- "Ey Musa" dediler. Ya sen (asanı) at veya önce biz atalım."

66- Dedi ki: "Hayır, siz atın." Sonra hemen (ne görsün), sihirlerinden dolayı, onların ipleri ve asaları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü.

67- Musa, bu yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı.

68- "Korkma" dedik. "Muhakkak sen üstün geleceksin."

69- "Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz."

70- Bunun üzerine büyücüler, secdeye kapandılar: "Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik" dediler.

71- (Firavun) Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız."

72- Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin."

73- "Gerçekten biz Rabbimiz'e iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir."

74- "Gerçek şu ki, kim Rabbine suçlu-günahkar olarak gelirse, hiç şüphe yok, onun için cehennem vardır. Onun içinde ise, ne ölebilir, ne dirilebilir."

75- "Kim O'na iman edip salih amellerde bulunarak O'na gelirse, işte onlar, onlar için de yüksek dereceler vardır."

76- "İçlerinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleri de (onlarındır). Ve işte bu, arınmış olanın karşılığıdır."

77- Andolsun, Biz Musa'ya vahyetmiştik: "Kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, onlara denizde kuru bir yol aç, yetişilmekten korkmadan ve endişeye kapılmadan."

78- Firavun ise, ordularıyla peşlerine düştü; sulardan onları kaplayıveren kaplayıverdi.

79- Firavun, kendi kavmini şaşırtıp saptırdı ve onları doğruya yöneltmedi.

80- Ey İsrailoğulları, andolsun, sizi düşmanlarınızdan kurtardık. Tur'un sağ yanında sizinle vaadleştik ve üzerinize kudret helvasıyla bıldırcın indirdik.
81- Size, rızık olarak verdiklerimizden temiz olanlarından yiyin, bu konuda azgınlık yapmayın, yoksa gazabım üzerinize kaçınılmaz olarak iner: Benim gazabım, kimin üzerine inerse, muhakkak o, tepetaklak düşmüştür.

82- Gerçekten Ben, tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım.

83- "Seni kavminden 'çarçabuk ayrılmaya iten' nedir ey Musa?"

84- Dedi ki: "Onlar arkamda izim üzerindedirler, hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim."

85- Dedi ki: "Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı."
86- Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"

87- Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı."

88- Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler.

89- Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?
90- Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti.

91- Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız."

92- (Musa da gelince:) "Ey Harun" demişti. "Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (Onlara müdahale etmekten) alıkoyan neydi?"

93- "Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın?"

94- Dedi ki: "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin: "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin" demenden endişe edip korktum."

95- (Musa) Dedi ki: "Ya senin amacın nedir ey Samiri?"
96- Dedi ki: "Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi."

97- Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hakettiğin ceza: "Bana dokunulmasın") deyip yerinmendir." Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız."

98- "Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır."

99- Sana geçmişlerin haberlerinden bir bölümünü böylece aktarıyoruz. Gerçekten, sana Katımız'dan bir zikir verdik.

100- Kim bundan yüz çevirirse, şüphesiz kıyamet günü o, bir günah-yükü yüklenecektir.
101- O (yükün altı)nda ebedi olarak kalıcıdırlar. Bu, kıyamet günü onlar için ne kötü bir yüktür.

102- Sur'a üfürüleceği gün, Biz suçlu-günahkarları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak' toplayacağız.

103- (Dünyada) Yalnızca on (gün) kaldınız" diye kendi aralarında fısıldaşacaklar.

104- Onların sözünü ettiklerini Biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: "Siz yalnızca bir gün kaldınız" derler.

105- Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: "Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak"


106- "Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır."
107- "Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek."

108- O gün, kendisinden sapma imkanı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman (olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey işitemezsin.
109- O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.

110- O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O'nu kavrayıp kuşatamazlar.

111- (Artık bütün) Yüzler, diri, kaim olanın önünde eğik durmuştur ve zulüm yüklenen ise yok olup gitmiştir.

112- Kim de bir mü'min olarak, salih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne hakkının eksik tutulmasından.

113- Böylece Biz onu, Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur.
114- Hak olan, biricik hükümdar olan Allah Yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur'an'ı (okumada) acele etme ve de ki: "Rabbim, ilmimi arttır."

115- Andolsun, Biz bundan önce Adem'e ahid vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.

116- Hani Biz meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diremişti.

117- Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu gerçekten sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun."

118- Şüphesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orda (cennette kalmana bağlı)dır."

119- Ve gerçekten sen burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da."
120- Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?"

121- Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı.

122- Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.

123- Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz ordan inin. Artık size Benden bir yol gösterici gelecektir; kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz."

124- "Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz."
125- "O da (şöyle) demiş olur: -Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin Rabbim?"

126- (Allah da) Der ki: "İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın."

127- İşte Biz ölçüsüzce davrananları ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız; ahiretin azabı ise gerçekten daha şiddetli ve daha süreklidir.

128- Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihi kalıntıları üzerinde) gezinip duruyorlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ayetler vardır.

129- Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve adı konulmuş (belirlenmiş) bir süre (ecel) olmasaydı muhakkak (yıkım azabı) kaçınılmaz olurdu.
130- Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt). Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.

131- Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.

132- Ehline (ümmetine) namazı emret ve onda kararlı davran. Biz senden rızık istemiyoruz, Biz sana rızık veriyoruz. Sonuç da takvanındır.

133- Dediler ki: "Bize kendi Rabbinden bir ayet (mucize) getirmesi gerekmez miydi?" Onlara önceki kitaplarda açık belgeler gelmedi mi?

134- Eğer Biz onları bundan önceki bir azap ile yıkıma uğratmış olsaydık, şüphesiz diyeceklerdi ki: "Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, küçülmeden ve aşağılanmadan önce Senin ayetlerine tabi olsaydık."

135- De ki: "Herkes gözetlemektedir; siz de gözleyip durun. Sonunda, dümdüz (dosdoğru) yolun sahipleri kimlermiş ve doğru yola ulaşan kimlermiş, pek yakında öğreneceksiniz."
bura